Henüz, öğrenci olmanın nasıl bir şey olacağını bilmiyordum. Kocaman
gözlerle kısık kısık bakıyordum hayata. O kadar yabancıydım ki yerlisi
olduğum bu topraklara. Aynı evde, farklı bir odada yaşamak gibiydi okula
başlamak. Korkuyu yaşadım ayakkabımın bağcıklarına kadar. Başımı
kaldırdığımda o kadar da kötü olmayacağını anladım. Ah rahmetlik. Ders
kitaplarımızı alacak kadar iyi bir adamdı öğretmenim. Cenaze
haberlerini alır almaz ev ev gezecek kadar da ince ruhlu. Kolay kolay
denmez herkes için 'iyi bir adamdı' diye. İyi bir adamdı öğretmenim.
Güzel bir kız vardı bir de. Bizim çapaklı gözlerimizin göremeyeceği
kadar güzel. Saman gibi olan saçlarımızla kıyaslayamayacağımız kadar
güzel saçları, kocaman kömür karası gözleri vardı. Işık saçıyordu
etrafına. Bir o kadar da akıllıydı, bu bize farklı görünen kız. Onun
yüzünden akıllı olmaya karar verdik biz bir kaç arkadaş. Bir kadına
güzel görünmek için akıllı olmak gerekirmiş meğer; onu öğrendik henüz 7
yaşında. Ne yaptıysak olamadık onun gibi. Ne yaptıysak güzel görünemedik
gözüne. Belki de eksikti bir şeyler bizde.
Okumayı çözdük artık. Ters çevirip okuyorduk metinleri, dalga geçiyorduk
maharetimizle. Gün geldi çattı, öğretmen sözlü yapacak tüm sınıfı. İki
gün ateşler içinde yatmış bedenim, omuzlarımın üzerinde duran başımdan
bihaberdi sanki. O vaziyette geldim oturdum her zamanki yerime.
Öğretmenimiz, sınavda başarısız olanları duvar tarafındaki sıralara,
orta derecede başarılı olanları orta kısımdaki sıralara, çok başarılı
olanları ise cam kenarındaki sıralar bölümüne oturtacaktı. Her
birimizden bir cümle yazmamızı istedi. En hızlı ve kendinden emin
olanlar hemen cam kenarına geçtiler. Aval aval tahtaya bakanlar ise
duvar kenarına... Çok az zorlananlar ise sınıfın göbeğinde
oturacaklardı. Zamanla resim ortaya çıkmaya başladı. Semtimizin
haylazları ve bakkal dükkanı olan adamların çocukları dizildiler duvar
dibine. Cam kenarı ise tertemiz, pırıl pırıl çocuklar ile dolmaya
başladı yavaştan. Ben ise çok rahattım. Çünkü çok başarılı bir
öğrenciydim. Nihayet sıra bana geldi. Ayağa kalktım, bir anda başım
dönmeye başladı. Bir anda hiç bir şey duyamayacak kadar sağır oldum.
Kusacak gibiydim ama dayanmalıydım. Öğretmenim bana döndü ve cümlemi
verdi. Asla unutamam:
-Yaz bakalım '' Atatürk'ü çok severiz''
Bir anda o kadar çok sevindim ki. Benim için çok kolaydı bu. Başarılı
biri olduğumu düşündüğünden olacak ki, bana kesme işareti kullanılması
gereken bir cümle verdi. Ve ben bunu biliyordum.
Bastıra bastıra yazdım. Boncuk boncuk terlemiştim ama gülümsüyordum
içimden. Kesme işaretini çok kararlı bir şekilde koydum. Öğretmenim:
- Tembeller sırasına geç, dedi.
Şaşırdım. Midem bulanmaya başladı. Tembeller sırasının en önünde
oturuyordum. Çalışkanlar sırasının en önünde oturan o güzel kıza
bakarken düşünmeye başladım. Nerede hata yaptığımı anlamamıştım. Ali
hoca sözlüyü durdurmuş, kara kara düşünüyordu. Sonra tahtaya baktım
hatamı bulabilmek için. Sonunda yanlışımı görmüştüm. Şöyle yazmıştım:
Ataürk'ü çok severiz. 'Atatürk' yazamamıştım. Yanlış yazmam gereken en
son şeyi yanlış yazmıştım. Ağlamaklı oldum bir anda. Burada olmamam
gerekiyordu. Kulağımda Ali Öğretmen'in sesi yankılanıyordu.
Ergün...Ergüün...Ergüüünn…
-Ergün!!
-Efendim öğretmenim?
-Tahtaya gel.
-......
-Arkadaşınız hasta idi. Ona bir şans daha verelim.
Bir şansım daha vardı, onunla aynı yerde oturabilmek için. Tahtaya
geldim, tebeşiri elime aldım. Ve bu kez başka bir cümleyi yazdım,
eksiksiz.
-Aferin, orta sıraya geç.
Yine olmamıştı. Ama olsun. En azında daha yakındım o güzelliğe.
Eskisinden daha iyi bir yerdeydim hiç olmazsa. Uzansam dokunabilirdim.
Konuşsam sesimi duyardı. O, camın önüne konmuş eşsiz bir çiçek gibi
güneşle birlikte parlıyor, ben ise onu seyrediyordum.
Gece uyumadan önce hep o günü düşündüm. Orta sırada oturduğuma
sevinmiştim. Bencillik etmiştim oysa. Benim duvar dibinde oturan
arkadaşlarım da vardı. Oyunlar oynadığımız, bazen de kavgaya
tutuştuğumuz arkadaşlarım. Bazen birlikte okula geldiğim, bazen de öğle
arasında yumurta tokuşturduğum arkadaşlarım. Neden olmuştu bu? Neden
ayırmışlardı bizi? Oysa herkes oturabilmeydi her yere. Oysa çalışkan ve
tembel diye ayrılmamalıydı çocuklar. Çocuklar ayrılmamalıydı. O küçük
zihnimle düşünmüştüm bunları. O günden sonra fikrim hiç değişmedi.
Saçları daha parlak olan arkadaşlarla da misket oynayabilmeliydik. Nasıl
olduysa olmuştu işte, yerleşmişti aklıma bu düşünce.
Sol elimi koydum yine yüzüme, ona doğru bakarken. Aynı sınıfta, sınıf farkı vardı aramızda. Anlamıştım.
28 Temmuz 2012 Cumartesi
24 Temmuz 2012 Salı
Yılmaz Özdil Tarzı Yazım vol.1
Türk kovboy atına binmiş,
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
atından inmiş.
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
atından inmiş.
22 Temmuz 2012 Pazar
Biz de Bir Zamanlar Çocuktuk !
Okul biter 3 aylık koskocaman bi yaz tatili başlardı.
Tatil başlarında hep takımlar kurar toprak sahada maç yapardık. Ya da sitenin bahçesine çıkar apartman kapısını kale yapar 9 aylık, 12 aylık denen ve 1 kişinin kaleye geçip diğer iki kişinin 9 aylıkta topa 1 defa vurmak şartı, 12 aylıkta ise topu yere değdirmeme şartıyla, çeşitli vuruş şekillerine göre puanlama yapılan ve 9 veya 12 ye tamamlanarak oynanan oyunlarımız vardı. Bina sakinleri çok şikayetçilerdi. Malum bina kapısı kalemizdi. Ama zamanla onlarda alışırdı ve bazen çekirdeklerini alıp balkondan bizi seyrederlerdi. O seyir edildiğimizi görme heycanı bizi kıpır kıpır yapar oyundaki performansımızı arttırırdı. Hele ki bide kendi aileniz balkondan çıkıp "hele bizim oğlan nasıl top oynuyo" diye bakmaları yani en azından biz onun için baktıklarını sanmamız...
Şu anda aklımda kalan 28 tane çok samimi arkadaşım vardı. Arkadaş çevremiz ve oyunlarımız çok çeşitliydi. Yazın nasıl geçtiğini bile anlayamazdık. Okul açıldığında sıra arkadaşıma ilk sözüm hep "ulan tatilin başlangıcını daha dün gibi hatırlıyorum" olurdu. Yazın bi sürü oyun oynardık ve herşeyin bi zamanı vardı.
Deleme(topaç), Gülle(misket), Tabanca(boncuklu plastik tabanca), Taso, Yedikule, Boru dediğimiz bi sürü oyunumuz vardı hepsini teker teker açıklayacam az sonra...:)
Dediğim gibi herşeyin bi zamanı vardı. Bu zamanı genelde büyükler belirlerdi. Örneğin büyükler topaçtan sıkıldığı vakit tasoya başlarlardı ve biz küçükler için artık taso zamanı gelmişti.
Küçükken çok iyi topaç oynardım. Herkesin evinde geçen seneden kalma bir topacı olmasına rağmen topaç zamanı geldiği zaman bakkallar topaç satardı. Tanesi 25 binden. Ben de ilk başladığı vakit hemen bakkala koşardım çünkü geç gitmek halinde bakkalda topaç kutusunun altındaki kötü topaçlar bize kalacaktı. En iyi orta boyutta topaçlardan en az 2 tane alırdım. Bazen abimle beraber giderdik. Abim maymun iştahı bana bulaşır ve bu sayı 6-7 e kadar çıkardı.
Topaç almakla marifet bitmezdi. Sade renksiz bi topacı olanlara acemi gözüyle bakarlardı. Eve gider topacımı sulu boya ile boyardım. Sulu boyanın boyasını tükürüğümden yapardım. Nedense o yıllarda tükürüğün boya üzerinde kalıcı etki bıraktığını sanardım. Annem kızmasına rağmen genede sulu boyayı tükürükle ıslatır topacımı onla boyardım. Yetmezdi. Çünkü çoğu kişinin sulu boyası vardı ve herkes boyardı. Herkesten farklı olmak lazımdı. Bende gidip babamın tamir çantasından bi kaç tane raptiye alırdım gizlice. Neden gizlice yaptığımı bende bilmiyorum oysa babam hiç kızmazdı böyle şeylere. Aldığım raptiyeleri topacın tepesine çakardım ve güneş altında oynadığımızda sarı renkli raptiye ropacın üstünde güneş ışığı etkisiyle altın parıldama efekti verir millet mest olurdu
Topaç oynarken çeşitli terimlerimiz vardı. Nik Vurma, Tırtırmenco, Gomo, Aktırma, Kız Atışı, Erkek Atışı, İp üstünde dans, vınnını çıkarmak gibi.
Nik dediğimiz şey topacın altındaki demir kısımdı.
Tırtırmenco dediğimiz topaçın tırtırlı betonda döndürülmesi ile nikinin tahrip olması ve titreyerek dönemesiydi.
Gomo dediğimiz şişman ve döndürülmesi zor olan topaçlardı.Bu topaçlar genelde bakkaldaki kutunun en altında bulunurdu.
Aktırma dediğimiz şey topaç dönerken topaç ın ipi(kınap) ile topacı yine döner halde kaldırıp elde kısa bi süre dönderip yine döner halde yere bırakma.
Bu bi tura 1 aktırma derdik.
Kız atışı dediğimiz kolay atıştı ve baş parmak ile işaret parmağı arasına topacı alarak kolu bi savurup geri çekilmesi ile yapılan atıştı ve çok kolaydı.
Erkek atışı daha zordu kız atışındaki parmaklara ilaveten orta parmak kullanılır ve bu atış el havaya kaldırılıp topaçla birlikte hızlıca yere indirilerek yapılan atıştı. Kimisi bunu topacı ters tutarak atardı benim gibi. Ters tutup erkek atışı yapmak arkadaşlar arasında bi kaç kişiye özgüydü ve bunu genellikle büyük abilerimiz yapardı.
İp üstünde dans dediğimiz şey topaç dönerken ip ile topacın nikini iyice tutturularak yavaşça havaya kaldırılamsıydı. Bu kaldırma işleminde ip nike takılır ve topaça ip takılmasına rağmen hala dönerdi. Bu da çok zor bi hareketti ve bunu her atışımda rahatlıkla yapardım. Çünkü püf noktası bilirdim. Topaç aldıktan sonra nik i pense ile hafifçe dışarı çıkarırdım. Bu kuvvet isterdi bazen abimden yardım alırdım.
Vınnını çıkarmak dediğim şeyse yine profesyonellere özgü bir şeydi. Topacı attıktan sonra o kalabalık hengame içinde hızdan kaynaklanan bi sesti. Bu sesi çıkarmak hızlı bi atış dolayısla güçlü bir kol isterdi.
Terimleride açıkladıktan sonra gelelim oyunumuza.
Oyunumuzda en az aktırma yapan arkadaşın topacı toprak saha da çizilen yuvarlağın tam ortasına konulurdu ve diğer oyuncuların topaçları ile yerde kalan topacı nik darbeleriyle tahrip etmesiyle alınan büyük haz a bağlı bi oyundu. Bazen yuvarlağın içinden çok kıymetli boyalı topacın alıp ağlayarak eve kaçanlar bile olurdu. Bu oyuncular ertesi sabah tekrar oyuna gelirdi ve kimse oyunu almazdı o kişiyi. Ama benim yüksek otoritem bu arkadaşa torpil geçmemi istiyordu ve genede arkadaşı oyuna alıdırıyordum.
topaç oyunumuz da böyleydi.
Gülle yani misket denen oyunu hiç oynamadım. Bilmiyordum, öğrenemedim. Ama abim çok iyi oynar, bazen bu çok iyi oyunculuğu yüzünden bi çok kişinin değerli misketlerini yutar, kıskançlık etkisiyle kavgaya bile tutuşurlardı.
Tabanca dediğimiz oyunumuz da tam bir felaketti. Tabancadan kastım boncuklu silah veya pıtpıtlı tabanca dedikleri plastik tabanca. Genelde bayram vakitleri bakkalara tabancalar gelirdi ve gerçeğini hiç aratmazdı. Plastik ve boncuk atan bu tabancalar her çıktığında annem uyarır sakın pıtpıtlı tabanca alma yoksa seni eve almam derdi. Ben aldırmazdım. Gider babamdanda para alırdım ve en büyüğünden bi tabanca alırdım.
Aldığım tabancalar genelde uzun namluluu olurdu ve boyumun yarısı kadardı. Eve gider binbir azardan sonra annemin dikiş kutusundan ip alır iple bağlar sırtıma dolardım. Oda yetmezmiş gibi 2-3 gün sonra gider bakkaldan bu sefer tabanca versiyonu olan küçüğünüde alırdım.
Tabanca tamiratı konusunda sitede üzerime kimse yoktu. Bozulan tabancalar bana getirilirdi. Bozulmaktan kasıt ya yayı çıkardı, ben eski bozuk tabancalarımdan birinin yayını takardım, yada içinde ufak bi parça kırılırdı yıldız tornavida ile parçayı söker eski kırık tabancalarımdan kalma parçayı takardım. Tabii bu olayda sitede yıldız tornavidanın bir tek babamın alet çantasında bulunmasınında etkisi büyüktü. Tamirat sonucu arkadaşlardan bi paket boncuk alırdım. Bu boncuklar tabancaların içine konulurdu binevi mermi görevi görürdü.
Gelelim savaşa...
Savaş bazen kendi aramızda gruplaşarak bazen başka mahallerelere baskın yaparak yada baskın yiyerek olurdu. 1-2 defa başka mahalleye baskın yaptık .Genelde hep baskın yerdik. Ama bizim yerimiz iyidi. Sitenin pencereleri arasında gizlenir gelen çocuklara siteden ateş açardık. Boncukların cam kırmadığını bilen bina sakinleri rahatsız olmazdı.
Bu savaşlar boncuk(mermi) paylaşımının ve savaş ortasında yayı atan veya silahı kırılan arkadaşlarımızla silah paylaşmının,grup çalışmasının ve dolayısıyla dostuklarımızın pekiştirmenin en iyi yoluydu. Savaş ortasında 2 aylık küs arkadaşlarımızın barıştığını bile hatırlarım.
Gelelim tasoya.
Taso dediğim plastik ve üzerinde çeşitli resimlerin bulunduğu yuvarlak cisim. Tasolar genelde cipslerin içinden çıkardı.Gerçekten taso konusunda hatrı sayılır bi biriktirmişliğim vardı benim. Bu birikmişliğim bi sarelle kutu dolusu tasoydu. Bu kutu o zamanki servetimizdi. Hatta şimdi aklıma geldi mahallenin büyük ve popülaritesi yüksek bir abisinin fen liselerine giriş sınavı için hazırlığı döneminde bütün tasolarını su deposunun üstüne çıkarak dağıtması beni çok etkilemişti.Bende aradan bi gün geçtikten sonra özentimi yenemedim ve aynısı yaptım. Çok pişman olmuştum çünkü ertesi yaz tasosuz kalmıştım.
Gelelim taso oyunumuza.
Taso oyunumuz çok güzeldi. İki oyuncu tasolarını alır bi betonda veya kaldırımda oturur eşit sayıda tasoları ortaya dikerlerdi.Oyuncular ilk vuruşu kimin yapacağını belirlemek adına "açık-kapalı" denen bi sistem uygularlardı.Oyuncuların atış yapacağı tasolar
birer defa yere vurulurdu.tasonun ön yüzü gelirse açık arka yüzü gelirse kapalı olurdu.2 defa üst üste açık yapan oyuna ilk vuruşu yapma şansını yakalayarak başlardı.Yere dikilen tasolara yine tosalarla vurularak ön yüzü çevirilmeye çalışılırdı. Ön yüzü çeviren tasoları kapardı.
Ben taso konusunda mahalledeki büyükleri bile rahatlıkla yutardım ve çok kıskanılırdım.
çok değerli tasolarda vardı bunlar pahalı cipslerden çıkardı ve tivili taso dediğimiz tasolardı.tutuş şeklini değiştirdiğimizde üzerindeki resim de değişirdi. Bu tivili tasoları yere dikmek cesaret isterdi. Üstelik bu tasolarla atışta yapılmazdı çünkü atış yapılırsa üstündeki şeffaf katman kalkıyor ve taso tivi özelliğini kaybediyordu.
Biz yaz akşamları da hep sitenin bahçesindeydik. Yemek yedikten sonra enerjimizi toplar akşam yine oyun oynamaya çıkardık.
Akşamları site bahçemiz şen şakraktı. Annelerimiz de bahçeye çıkar çekirdek ve çay süper ikilisinin tadına sohbet ile varırlardı.
Yaz akşamlarımız yegane oyunu ya saklambaç yada yedikuleydi. Saklambacı bilmeyen yoktur.
Yedikule dediğimiz oyun 7 adet mermer taşının üst üste konularak top ile oynanan bi oyundu. 8 kişi ile oynanırdı. Biri ebe olurdu.Ebe olmayan biri top ile 7 mermer taşlı kuleyi bozardı. Ebe topu alıp gelene kadar 7 kişi saklanırdı. Ebe o 7 mermer taşlı kuleyi bozdurmadan 7 kişiyi topla vurarak ilk vurulana ebeliği devrederdi.
Gelelim boruya.
Boru mu evet boru evet evet bildiğim ağza girecek kadar büyüklükteki boru. Peki ne yapardık bu borularla?
İlk başta tesisatçıdan sağlan bi boru alırdık. Küçük çaplı bi boru ağıza sığıcak kadar. Daha sonra boruya uygun külah yapıp borunun içe koyardık ve birbirimize üfleyerek külah atardık. Buda çok zevkliydi bizim için.Boncuklu tabanca da yaptığımız savaşın aynısını borudada yapardık. Ama bi kaç fırlama vardı ki sormayın gitsin. O külahın için ufak taş koyunca öyle bi can yakardıki sormayın. Zaten külahı yerden kaldırıp içinde taş olduğunu görünce kavgaya tutuşurduk :)
Taşlı külah atanlar genelde diğer mahallenin çocukları olurdu.
yani özet geçmek gerekirse çocukluk dönemimdeki bi kaç oyundan bahsettim. Şimdiki çocuklar bilgisayar da çoklu oyuncuyla oynanan oyunların kölesi halinde. Siz siz olun bahçeli ve çok çocuğu olan bi yerden ev alın. Ev almayın bahçe ve çocuğunuza arkadaş olacak bol çocuklu bi yer alın...
Tatil başlarında hep takımlar kurar toprak sahada maç yapardık. Ya da sitenin bahçesine çıkar apartman kapısını kale yapar 9 aylık, 12 aylık denen ve 1 kişinin kaleye geçip diğer iki kişinin 9 aylıkta topa 1 defa vurmak şartı, 12 aylıkta ise topu yere değdirmeme şartıyla, çeşitli vuruş şekillerine göre puanlama yapılan ve 9 veya 12 ye tamamlanarak oynanan oyunlarımız vardı. Bina sakinleri çok şikayetçilerdi. Malum bina kapısı kalemizdi. Ama zamanla onlarda alışırdı ve bazen çekirdeklerini alıp balkondan bizi seyrederlerdi. O seyir edildiğimizi görme heycanı bizi kıpır kıpır yapar oyundaki performansımızı arttırırdı. Hele ki bide kendi aileniz balkondan çıkıp "hele bizim oğlan nasıl top oynuyo" diye bakmaları yani en azından biz onun için baktıklarını sanmamız...
Şu anda aklımda kalan 28 tane çok samimi arkadaşım vardı. Arkadaş çevremiz ve oyunlarımız çok çeşitliydi. Yazın nasıl geçtiğini bile anlayamazdık. Okul açıldığında sıra arkadaşıma ilk sözüm hep "ulan tatilin başlangıcını daha dün gibi hatırlıyorum" olurdu. Yazın bi sürü oyun oynardık ve herşeyin bi zamanı vardı.
Deleme(topaç), Gülle(misket), Tabanca(boncuklu plastik tabanca), Taso, Yedikule, Boru dediğimiz bi sürü oyunumuz vardı hepsini teker teker açıklayacam az sonra...:)
Dediğim gibi herşeyin bi zamanı vardı. Bu zamanı genelde büyükler belirlerdi. Örneğin büyükler topaçtan sıkıldığı vakit tasoya başlarlardı ve biz küçükler için artık taso zamanı gelmişti.
Küçükken çok iyi topaç oynardım. Herkesin evinde geçen seneden kalma bir topacı olmasına rağmen topaç zamanı geldiği zaman bakkallar topaç satardı. Tanesi 25 binden. Ben de ilk başladığı vakit hemen bakkala koşardım çünkü geç gitmek halinde bakkalda topaç kutusunun altındaki kötü topaçlar bize kalacaktı. En iyi orta boyutta topaçlardan en az 2 tane alırdım. Bazen abimle beraber giderdik. Abim maymun iştahı bana bulaşır ve bu sayı 6-7 e kadar çıkardı.
Topaç almakla marifet bitmezdi. Sade renksiz bi topacı olanlara acemi gözüyle bakarlardı. Eve gider topacımı sulu boya ile boyardım. Sulu boyanın boyasını tükürüğümden yapardım. Nedense o yıllarda tükürüğün boya üzerinde kalıcı etki bıraktığını sanardım. Annem kızmasına rağmen genede sulu boyayı tükürükle ıslatır topacımı onla boyardım. Yetmezdi. Çünkü çoğu kişinin sulu boyası vardı ve herkes boyardı. Herkesten farklı olmak lazımdı. Bende gidip babamın tamir çantasından bi kaç tane raptiye alırdım gizlice. Neden gizlice yaptığımı bende bilmiyorum oysa babam hiç kızmazdı böyle şeylere. Aldığım raptiyeleri topacın tepesine çakardım ve güneş altında oynadığımızda sarı renkli raptiye ropacın üstünde güneş ışığı etkisiyle altın parıldama efekti verir millet mest olurdu
Topaç oynarken çeşitli terimlerimiz vardı. Nik Vurma, Tırtırmenco, Gomo, Aktırma, Kız Atışı, Erkek Atışı, İp üstünde dans, vınnını çıkarmak gibi.
Nik dediğimiz şey topacın altındaki demir kısımdı.
Tırtırmenco dediğimiz topaçın tırtırlı betonda döndürülmesi ile nikinin tahrip olması ve titreyerek dönemesiydi.
Gomo dediğimiz şişman ve döndürülmesi zor olan topaçlardı.Bu topaçlar genelde bakkaldaki kutunun en altında bulunurdu.
Aktırma dediğimiz şey topaç dönerken topaç ın ipi(kınap) ile topacı yine döner halde kaldırıp elde kısa bi süre dönderip yine döner halde yere bırakma.
Bu bi tura 1 aktırma derdik.
Kız atışı dediğimiz kolay atıştı ve baş parmak ile işaret parmağı arasına topacı alarak kolu bi savurup geri çekilmesi ile yapılan atıştı ve çok kolaydı.
Erkek atışı daha zordu kız atışındaki parmaklara ilaveten orta parmak kullanılır ve bu atış el havaya kaldırılıp topaçla birlikte hızlıca yere indirilerek yapılan atıştı. Kimisi bunu topacı ters tutarak atardı benim gibi. Ters tutup erkek atışı yapmak arkadaşlar arasında bi kaç kişiye özgüydü ve bunu genellikle büyük abilerimiz yapardı.
İp üstünde dans dediğimiz şey topaç dönerken ip ile topacın nikini iyice tutturularak yavaşça havaya kaldırılamsıydı. Bu kaldırma işleminde ip nike takılır ve topaça ip takılmasına rağmen hala dönerdi. Bu da çok zor bi hareketti ve bunu her atışımda rahatlıkla yapardım. Çünkü püf noktası bilirdim. Topaç aldıktan sonra nik i pense ile hafifçe dışarı çıkarırdım. Bu kuvvet isterdi bazen abimden yardım alırdım.
Vınnını çıkarmak dediğim şeyse yine profesyonellere özgü bir şeydi. Topacı attıktan sonra o kalabalık hengame içinde hızdan kaynaklanan bi sesti. Bu sesi çıkarmak hızlı bi atış dolayısla güçlü bir kol isterdi.
Terimleride açıkladıktan sonra gelelim oyunumuza.
Oyunumuzda en az aktırma yapan arkadaşın topacı toprak saha da çizilen yuvarlağın tam ortasına konulurdu ve diğer oyuncuların topaçları ile yerde kalan topacı nik darbeleriyle tahrip etmesiyle alınan büyük haz a bağlı bi oyundu. Bazen yuvarlağın içinden çok kıymetli boyalı topacın alıp ağlayarak eve kaçanlar bile olurdu. Bu oyuncular ertesi sabah tekrar oyuna gelirdi ve kimse oyunu almazdı o kişiyi. Ama benim yüksek otoritem bu arkadaşa torpil geçmemi istiyordu ve genede arkadaşı oyuna alıdırıyordum.
topaç oyunumuz da böyleydi.
Gülle yani misket denen oyunu hiç oynamadım. Bilmiyordum, öğrenemedim. Ama abim çok iyi oynar, bazen bu çok iyi oyunculuğu yüzünden bi çok kişinin değerli misketlerini yutar, kıskançlık etkisiyle kavgaya bile tutuşurlardı.
Tabanca dediğimiz oyunumuz da tam bir felaketti. Tabancadan kastım boncuklu silah veya pıtpıtlı tabanca dedikleri plastik tabanca. Genelde bayram vakitleri bakkalara tabancalar gelirdi ve gerçeğini hiç aratmazdı. Plastik ve boncuk atan bu tabancalar her çıktığında annem uyarır sakın pıtpıtlı tabanca alma yoksa seni eve almam derdi. Ben aldırmazdım. Gider babamdanda para alırdım ve en büyüğünden bi tabanca alırdım.
Aldığım tabancalar genelde uzun namluluu olurdu ve boyumun yarısı kadardı. Eve gider binbir azardan sonra annemin dikiş kutusundan ip alır iple bağlar sırtıma dolardım. Oda yetmezmiş gibi 2-3 gün sonra gider bakkaldan bu sefer tabanca versiyonu olan küçüğünüde alırdım.
Tabanca tamiratı konusunda sitede üzerime kimse yoktu. Bozulan tabancalar bana getirilirdi. Bozulmaktan kasıt ya yayı çıkardı, ben eski bozuk tabancalarımdan birinin yayını takardım, yada içinde ufak bi parça kırılırdı yıldız tornavida ile parçayı söker eski kırık tabancalarımdan kalma parçayı takardım. Tabii bu olayda sitede yıldız tornavidanın bir tek babamın alet çantasında bulunmasınında etkisi büyüktü. Tamirat sonucu arkadaşlardan bi paket boncuk alırdım. Bu boncuklar tabancaların içine konulurdu binevi mermi görevi görürdü.
Gelelim savaşa...
Savaş bazen kendi aramızda gruplaşarak bazen başka mahallerelere baskın yaparak yada baskın yiyerek olurdu. 1-2 defa başka mahalleye baskın yaptık .Genelde hep baskın yerdik. Ama bizim yerimiz iyidi. Sitenin pencereleri arasında gizlenir gelen çocuklara siteden ateş açardık. Boncukların cam kırmadığını bilen bina sakinleri rahatsız olmazdı.
Bu savaşlar boncuk(mermi) paylaşımının ve savaş ortasında yayı atan veya silahı kırılan arkadaşlarımızla silah paylaşmının,grup çalışmasının ve dolayısıyla dostuklarımızın pekiştirmenin en iyi yoluydu. Savaş ortasında 2 aylık küs arkadaşlarımızın barıştığını bile hatırlarım.
Gelelim tasoya.
Taso dediğim plastik ve üzerinde çeşitli resimlerin bulunduğu yuvarlak cisim. Tasolar genelde cipslerin içinden çıkardı.Gerçekten taso konusunda hatrı sayılır bi biriktirmişliğim vardı benim. Bu birikmişliğim bi sarelle kutu dolusu tasoydu. Bu kutu o zamanki servetimizdi. Hatta şimdi aklıma geldi mahallenin büyük ve popülaritesi yüksek bir abisinin fen liselerine giriş sınavı için hazırlığı döneminde bütün tasolarını su deposunun üstüne çıkarak dağıtması beni çok etkilemişti.Bende aradan bi gün geçtikten sonra özentimi yenemedim ve aynısı yaptım. Çok pişman olmuştum çünkü ertesi yaz tasosuz kalmıştım.
Gelelim taso oyunumuza.
Taso oyunumuz çok güzeldi. İki oyuncu tasolarını alır bi betonda veya kaldırımda oturur eşit sayıda tasoları ortaya dikerlerdi.Oyuncular ilk vuruşu kimin yapacağını belirlemek adına "açık-kapalı" denen bi sistem uygularlardı.Oyuncuların atış yapacağı tasolar
birer defa yere vurulurdu.tasonun ön yüzü gelirse açık arka yüzü gelirse kapalı olurdu.2 defa üst üste açık yapan oyuna ilk vuruşu yapma şansını yakalayarak başlardı.Yere dikilen tasolara yine tosalarla vurularak ön yüzü çevirilmeye çalışılırdı. Ön yüzü çeviren tasoları kapardı.
Ben taso konusunda mahalledeki büyükleri bile rahatlıkla yutardım ve çok kıskanılırdım.
çok değerli tasolarda vardı bunlar pahalı cipslerden çıkardı ve tivili taso dediğimiz tasolardı.tutuş şeklini değiştirdiğimizde üzerindeki resim de değişirdi. Bu tivili tasoları yere dikmek cesaret isterdi. Üstelik bu tasolarla atışta yapılmazdı çünkü atış yapılırsa üstündeki şeffaf katman kalkıyor ve taso tivi özelliğini kaybediyordu.
Biz yaz akşamları da hep sitenin bahçesindeydik. Yemek yedikten sonra enerjimizi toplar akşam yine oyun oynamaya çıkardık.
Akşamları site bahçemiz şen şakraktı. Annelerimiz de bahçeye çıkar çekirdek ve çay süper ikilisinin tadına sohbet ile varırlardı.
Yaz akşamlarımız yegane oyunu ya saklambaç yada yedikuleydi. Saklambacı bilmeyen yoktur.
Yedikule dediğimiz oyun 7 adet mermer taşının üst üste konularak top ile oynanan bi oyundu. 8 kişi ile oynanırdı. Biri ebe olurdu.Ebe olmayan biri top ile 7 mermer taşlı kuleyi bozardı. Ebe topu alıp gelene kadar 7 kişi saklanırdı. Ebe o 7 mermer taşlı kuleyi bozdurmadan 7 kişiyi topla vurarak ilk vurulana ebeliği devrederdi.
Gelelim boruya.
Boru mu evet boru evet evet bildiğim ağza girecek kadar büyüklükteki boru. Peki ne yapardık bu borularla?
İlk başta tesisatçıdan sağlan bi boru alırdık. Küçük çaplı bi boru ağıza sığıcak kadar. Daha sonra boruya uygun külah yapıp borunun içe koyardık ve birbirimize üfleyerek külah atardık. Buda çok zevkliydi bizim için.Boncuklu tabanca da yaptığımız savaşın aynısını borudada yapardık. Ama bi kaç fırlama vardı ki sormayın gitsin. O külahın için ufak taş koyunca öyle bi can yakardıki sormayın. Zaten külahı yerden kaldırıp içinde taş olduğunu görünce kavgaya tutuşurduk :)
Taşlı külah atanlar genelde diğer mahallenin çocukları olurdu.
yani özet geçmek gerekirse çocukluk dönemimdeki bi kaç oyundan bahsettim. Şimdiki çocuklar bilgisayar da çoklu oyuncuyla oynanan oyunların kölesi halinde. Siz siz olun bahçeli ve çok çocuğu olan bi yerden ev alın. Ev almayın bahçe ve çocuğunuza arkadaş olacak bol çocuklu bi yer alın...
15 Temmuz 2012 Pazar
Uzakdoğu Usulü Korku Tarifi
Bu tarif herkesin kolaylıkla uygulayabileceği ve
%90'ının hayatlarında mutlaka tattığı bi lezzettir. pişirme süresi 80-90 dk (geri kalan %10luk kısım da asosyal olduğu için film izlememektedir.) lafı uzatmadan malzemelere geçelim:
malzemeler:
1 adet orta yaşlı, çocuklu, taze dul bi bayan
1 adet çocuğuna çok düşkün, sorumsuz baba
1 adet 6-9 yaşları arasında -sorumsuz babadan olma koşulu ile- çocuk
1 adet yıllar önceden öldürülüp cesedi henüz bulunamamış, iki dünya arasında sıkışmış, emrah vari, uzun siyah saçlı, boynu bükük ruh
1 adet beyaz gecelik,
1 adet eski püskü ev -tercihen iki katlı-
bol miktarda ayna, kapı, pencere
aldığı kadar uyduruk ses efekti
yapılışı:
öncelikle anne çocuğunu alıp babadan uzağa taşınır. babadan ne kadar uzağa giderlerse, olası yardım isteme durumunda bu uzaklık, durumu daha da vahimleştiricek, ayrı bi baharat katıcaktır. bu çocuklu anne, gidip uzakdoğunun herhangi bi kenar mahallesine taşınır. ancak uzakdoğu insanının nüfus yoğunluğu sebebiyle ancak yıllar önce terk edilmiş, eski püskü, dokunanın elinde kalan bi ev bulup yerleşirler. ayrıca orası sürekli yağışlı olduğu için daha egzotik bi tat katacaktır malum muson asyası. burda dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: öncelikle kesinlikle ve kesinlikle o evde daha önce kan dökülmüş olması gerekir. cinnet geçirip ailesini öldüren bi genç ya da kuvete düşüp boğulmuş bi ufaklık iş görür. zira bu eleman sonradan gelip evdekilere musallat olacak, kişisel tercihe göre ya cesedinin bulunup huzura erdirilmesini isteyecek ya da önüne geleni öldürüp sadistliğini tatmin edecektir. ikinci önemli nokta ise evin eski olması durumu. ev ne kadar eski olursa, kapı gıcırdamaları, kırılan camlar, zırt pırt elektrik kesilmesi anlamlanacaktır. çünkü eve taşınan kadın; kapıları yağlamaktan, sigortalar atınca düzeltmekten, yeni cam taktırmaktan acizdir. iki katlı olursa da üst katta geceleri "davetsiz misafirler" ağırlanabilir -tabi hepsinin topuklu ayakkabı giyip ayaklarını vura vura yürümesi gereklidir-
annemiz ve çocuk bu eve yerleştirilir ve yaklaşık 10 dk kadar normal bi hayat sürerler. seyirci tam sıkılmaya başladığı anda; annemiz gece yarısı garip sesler duymaya, kabuslar görmeye başlar. bazı eşyalar kaybolur, sonrasına halisünasyon görür. tüm bunlar olurken, azar azar uyduruk ses efektlerini de ekliyoruz. çocukların saflığından mıdır salaklığından mıdır bilinmez, ruhlarla iyi iletişim kurabilmesinden yararlanarak, bizim emrah vari ruhla çocuğumuzu konuşturuyoruz. ruhumuzun adını öğreniyoruz. burda ruhun cinsiyetinin pek önemi yok; çünkü saçları ile yüzü kapalı olacağından elinizde ne varsa onu kullanabilirsiniz. annemiz daha sonra adını öğrendiği ruh hakkında araştırma yapar ve öğrenirki; o hariç tüm mahalleli olan bitenin farkındadır ama kimse ona bişey söylememiştir. hatta emlakçı bu evi elinden çıkarmak için ucuz fiyata kendisine kakalamıştır. annemiz hemen; her türlü ruhla, cinayetle ve binimum olayla ilgili bilgi bulabileceği halk kütüphanesine gider. aradığını da şıp diye bulur. anne satırları okurken gerilim arttırmak için elimizde kalan efeklerin bi kısmını daha ekliyoruz. annemiz riri rira riri rira efekleri arasında aradığını bulur ve palas pandıras eve döner.
annelik iç güdüsünün getirisi olarak ruha acımaya başlar ve ona yardım edebileceğini söyler. ancak döt korkusuna rağmen o evi terk etmez, azimlidir taşı delecektir. tüm bu olanlardan babaya bahsedilir; baba inanmasa da anneyi geri kazanmak için olay mahalline gelir. aklı sıra erkeklik taslayacaktır. ruhumuz artık iyiden iyiye kendini belli eder. önceleri gece tuvalete kalkanları banyo aynasında korkutur, cam kapı indirir, rüzgar eşiliğinde annenin çeyizinden kalan linens perdeleri uçurur, bodrum katında arkadaşları ile alem yapar. her kapının arkasından "yırtık dondan çıkarcasına" hızlıca gözükür kaçar ama istediği sonuca ulaşamaz. bakar ki böle olacak gibi değil; beyaz geceliği ve en son ölmeden önce fırçaladığı dişleri ile ev ahalisine gözükür.
genelde bu ruhlar akraba evliliğinden olduğu için konuşamazlar, sadece kedi mırıltısına benzer ses çıkarabiliriler. okuma yazma bilenleri duvarlara kanla yazarak derdini anlatır. saçlarını taramaktan da acizdirler. şimdiye kadar at kuyruğu yapan ya da balık sırtı örgüsü olan bi ruh kullanılmadı, o yüzden başka malzeme kullanılması işin tadını kaçırabilir.
burda arzuya göre, isterseniz ruhu huzura kavuşturabilir, annenin kahraman olup dötünün kalkmasını sağlayabilir; isterseniz önce küçük çocuğu, sonra babayı en sonda anneyi öldürebilirsiniz. tamamen kişisel sadistliğiniz.
aile bireyleri katledildikten sonra iki üç dk boş ev gösterilir, ve kamera olay mahallinden uzaklaşır. soğuyunca kola ve patlamış mısır eşliğinde servis ediniz.
NOT: eğer elinizde anne-baba-çocuk üçlüsü yoksa; 19-23 yaş arasında, (esas kız -ki sarışındır-, esas oğlan, esas kızı seven sümsük tip -kendini kız için feda etmek şartıyla-, kandini bi halt sanan içten içe yusuf olan kalıplı bi arkadaş, takımın ayak işlerini yapan bi kaç kız ve erkek) 5-6 kişi ile bu işi halledebilirsiniz.
ayrıca kullanılan insanların amerikan asıllı olması bilimum ruh-cin-peri-hayalet vs. kolaylıkla inanmasına olanak sağlayarak işinizi kolaylaştıracaktır. bu tarifi amerikan uyarlamalarında da kullanabilirsiniz. arkadaşlarınız çok beğenirse, kısa sürede vol.2'sini de yaparsınız. emin olun yenir.
saygılar.
%90'ının hayatlarında mutlaka tattığı bi lezzettir. pişirme süresi 80-90 dk (geri kalan %10luk kısım da asosyal olduğu için film izlememektedir.) lafı uzatmadan malzemelere geçelim:
malzemeler:
1 adet orta yaşlı, çocuklu, taze dul bi bayan
1 adet çocuğuna çok düşkün, sorumsuz baba
1 adet 6-9 yaşları arasında -sorumsuz babadan olma koşulu ile- çocuk
1 adet yıllar önceden öldürülüp cesedi henüz bulunamamış, iki dünya arasında sıkışmış, emrah vari, uzun siyah saçlı, boynu bükük ruh
1 adet beyaz gecelik,
1 adet eski püskü ev -tercihen iki katlı-
bol miktarda ayna, kapı, pencere
aldığı kadar uyduruk ses efekti
yapılışı:
öncelikle anne çocuğunu alıp babadan uzağa taşınır. babadan ne kadar uzağa giderlerse, olası yardım isteme durumunda bu uzaklık, durumu daha da vahimleştiricek, ayrı bi baharat katıcaktır. bu çocuklu anne, gidip uzakdoğunun herhangi bi kenar mahallesine taşınır. ancak uzakdoğu insanının nüfus yoğunluğu sebebiyle ancak yıllar önce terk edilmiş, eski püskü, dokunanın elinde kalan bi ev bulup yerleşirler. ayrıca orası sürekli yağışlı olduğu için daha egzotik bi tat katacaktır malum muson asyası. burda dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: öncelikle kesinlikle ve kesinlikle o evde daha önce kan dökülmüş olması gerekir. cinnet geçirip ailesini öldüren bi genç ya da kuvete düşüp boğulmuş bi ufaklık iş görür. zira bu eleman sonradan gelip evdekilere musallat olacak, kişisel tercihe göre ya cesedinin bulunup huzura erdirilmesini isteyecek ya da önüne geleni öldürüp sadistliğini tatmin edecektir. ikinci önemli nokta ise evin eski olması durumu. ev ne kadar eski olursa, kapı gıcırdamaları, kırılan camlar, zırt pırt elektrik kesilmesi anlamlanacaktır. çünkü eve taşınan kadın; kapıları yağlamaktan, sigortalar atınca düzeltmekten, yeni cam taktırmaktan acizdir. iki katlı olursa da üst katta geceleri "davetsiz misafirler" ağırlanabilir -tabi hepsinin topuklu ayakkabı giyip ayaklarını vura vura yürümesi gereklidir-
annemiz ve çocuk bu eve yerleştirilir ve yaklaşık 10 dk kadar normal bi hayat sürerler. seyirci tam sıkılmaya başladığı anda; annemiz gece yarısı garip sesler duymaya, kabuslar görmeye başlar. bazı eşyalar kaybolur, sonrasına halisünasyon görür. tüm bunlar olurken, azar azar uyduruk ses efektlerini de ekliyoruz. çocukların saflığından mıdır salaklığından mıdır bilinmez, ruhlarla iyi iletişim kurabilmesinden yararlanarak, bizim emrah vari ruhla çocuğumuzu konuşturuyoruz. ruhumuzun adını öğreniyoruz. burda ruhun cinsiyetinin pek önemi yok; çünkü saçları ile yüzü kapalı olacağından elinizde ne varsa onu kullanabilirsiniz. annemiz daha sonra adını öğrendiği ruh hakkında araştırma yapar ve öğrenirki; o hariç tüm mahalleli olan bitenin farkındadır ama kimse ona bişey söylememiştir. hatta emlakçı bu evi elinden çıkarmak için ucuz fiyata kendisine kakalamıştır. annemiz hemen; her türlü ruhla, cinayetle ve binimum olayla ilgili bilgi bulabileceği halk kütüphanesine gider. aradığını da şıp diye bulur. anne satırları okurken gerilim arttırmak için elimizde kalan efeklerin bi kısmını daha ekliyoruz. annemiz riri rira riri rira efekleri arasında aradığını bulur ve palas pandıras eve döner.
annelik iç güdüsünün getirisi olarak ruha acımaya başlar ve ona yardım edebileceğini söyler. ancak döt korkusuna rağmen o evi terk etmez, azimlidir taşı delecektir. tüm bu olanlardan babaya bahsedilir; baba inanmasa da anneyi geri kazanmak için olay mahalline gelir. aklı sıra erkeklik taslayacaktır. ruhumuz artık iyiden iyiye kendini belli eder. önceleri gece tuvalete kalkanları banyo aynasında korkutur, cam kapı indirir, rüzgar eşiliğinde annenin çeyizinden kalan linens perdeleri uçurur, bodrum katında arkadaşları ile alem yapar. her kapının arkasından "yırtık dondan çıkarcasına" hızlıca gözükür kaçar ama istediği sonuca ulaşamaz. bakar ki böle olacak gibi değil; beyaz geceliği ve en son ölmeden önce fırçaladığı dişleri ile ev ahalisine gözükür.
genelde bu ruhlar akraba evliliğinden olduğu için konuşamazlar, sadece kedi mırıltısına benzer ses çıkarabiliriler. okuma yazma bilenleri duvarlara kanla yazarak derdini anlatır. saçlarını taramaktan da acizdirler. şimdiye kadar at kuyruğu yapan ya da balık sırtı örgüsü olan bi ruh kullanılmadı, o yüzden başka malzeme kullanılması işin tadını kaçırabilir.
burda arzuya göre, isterseniz ruhu huzura kavuşturabilir, annenin kahraman olup dötünün kalkmasını sağlayabilir; isterseniz önce küçük çocuğu, sonra babayı en sonda anneyi öldürebilirsiniz. tamamen kişisel sadistliğiniz.
aile bireyleri katledildikten sonra iki üç dk boş ev gösterilir, ve kamera olay mahallinden uzaklaşır. soğuyunca kola ve patlamış mısır eşliğinde servis ediniz.
NOT: eğer elinizde anne-baba-çocuk üçlüsü yoksa; 19-23 yaş arasında, (esas kız -ki sarışındır-, esas oğlan, esas kızı seven sümsük tip -kendini kız için feda etmek şartıyla-, kandini bi halt sanan içten içe yusuf olan kalıplı bi arkadaş, takımın ayak işlerini yapan bi kaç kız ve erkek) 5-6 kişi ile bu işi halledebilirsiniz.
ayrıca kullanılan insanların amerikan asıllı olması bilimum ruh-cin-peri-hayalet vs. kolaylıkla inanmasına olanak sağlayarak işinizi kolaylaştıracaktır. bu tarifi amerikan uyarlamalarında da kullanabilirsiniz. arkadaşlarınız çok beğenirse, kısa sürede vol.2'sini de yaparsınız. emin olun yenir.
saygılar.
Bir Ergenin Günlüğü
Sabah okula gideceği için annesinin geç kalmasa bile "oğlum kalk geç
kaldın" sesini duyma psikoloji ile 15 dakika öncesinden uykusunda
psikolojisi bozulur ve kesik kesik uyanmaya başlar.
Ve o ses gelir... Aynı ton,aynı kelimeler!
-Oğlum kalk geç kaldın!
Kalkar ama gözlerini açmaya kıyamaz.Açarsa uykusu kaçacaktır ama uykusunun da kaçması gerekir.Suratına suyu vurduğunda irkilir...
-Hay mına koyim bu okulun ya!
Yüzünü kurulamak için kullandığı havlu bile yastık gibi gelir ona.Hava hafif karanlıktır e biraz da soğuk tabi şimdi yatağa zıplasa yorgana sarılsa uyusa ne güzel olurdu.
Annesinin hazırladığı kahvaltıya oturur.Oturana kadar hiç acıkmamış gibidir ama oturduğu andan itibaren aıktığını hisseder bir de Mesut Yar varsa televizyonda... Bırakta git okula şimdi.Nasıl gitsin?
Evde yapılacak her şey yapılmıştır.Kapıya adımı atar atmaz buz gibi rüzgar yüzüne çarpar.
-Ohooyy vay mını sikiyim.Ne soğuk lan bu?
Eller cepte ağır ağır yürür.Her içeri girmiştir.İçinde bir karamsarlık bu hafta nasıl bitecek sorusunun verdiği kasvet...
Sınıfa girer...
-Hassiktir lan ödevi yapmadım ya ben?
2 ila 5 dakika arasında bir süresi vardır.Hoca'ya bir şeyler göstermek zorundadır.Kendisinden hoşlanan kızın yanına yavşar hafifçe.Defterini ister.Kızın inadını 15 saniye içerisinde kırmak zorundadır.Zaman işliyor ve her geçen saniye onun aleyhine... Kıza yapmadığı şirinliği yapmak zorunda kalır ve kapar defteri.Alır almaz yarım yamalak biçimde hiç anlamadan geçirir kendi defterine.
-Ulan konunun ne olduğunu bile bilmiyorum iğğğğşallah Hoca bişey sormaz ödevle ilgili.
Ödevin son anında hoca içeri giriverir.E haliyle kızcağızda defterini ister.Ergenimiz son bir sallamadan sonra defteri uzatır kıza.Görev tamamlanmıştır.İçini geçici bir mutluluk kaplar.
Hoca her zaman yaptığının aksine ödevlere bakmaz.
-Ne lan bu? Niye bakmadı bu ödeve şimdi? O kadar da uğraştık.
Hoca direk derse geçer.Sıkıntılı dakikalar başlamıştır.Ders boyunca oyalanacağı bir şeyler gereklidir.Kalemini bozsa ders sonuna kadar tamir eder.Yada defterinin arkasına imza denemesi mi yapsa? En iyi imzayı tutturana kadar...
1.ders biter sonra 2, sonra 3... Yazılı anı gelmiştir.Ne yapacak şimdi? İçini acayip bir korku ve heyecan fırtınası kaplar.Hoca kağıtladı dağıtmaya başlamıştır.Hoca'nın sesiyle irkilir;
-Herkese dağıtmadan yazılı kağıtlarını açmayın. Yakarım canınızı!
Herkese dağıtılmış ve sınav başlamıştır.
-Hay bu matematik dersinin ben...!
Bir iki tanesini kendisi çözse bir kaç tane de sağdan soldan götürse tamam işte 45-50 alır. Yani en azından öyle düşünür.Düşündüğü de en iyi ihtimaldir.En iyi ihtimal buysa...
Kendi yapabildiği tek soruyu zevkle iştahla yapmıştır.Nerden bokunu çıkarsam diye düşünmektedir.Diğer soruyu da yarım yamalak bilmektedir.Onu da yapar kendince sonra yavaş yavaş sağa sola sokulmaya başlar.Her bakışta bir parçayı alsa tamam işte bir soru da ordan çıkar.Artık yazılı saati tamamlanmıştır.Zorlar da zorlar sanki 5 dakika daha olsa soruların hepsini yapacak...!
El mahkum verir kağıdı usul usul dışarı çıkar.Hemen inek kızı gözüne iliştirir;
-Kaç bekliyosun?
-Ya bilmiyorum çok kötü geçti uğof yaa!
Ergenimiz hiddetlenir içten içe.Sürtük bu da heee hep aynısını yapıyoo sora gidiyo en iyi notu alıyo.Al kafasını vur duvara!
Dersler ıkına sıkıla geçer...Öğlen vakti gelmiştir.Şimdi sınav da şaka maka bok gibi geçti.Gideyim ders çalışayım diye düşünür.Eve gider çünkü arkadaşlarıyla takılmak için kendini teselli etmesi gerekir.Yalandan da olsa ders çalışmış olmalıdır.Yani içini kemiren "ders çalış" duygusu vardır aslında.Ama bunu bile yalandan yere yapar.Yoktur işte! İçinde ders çalışma duygusu yok.Ne yapabilir? Yapanlar nasıl yapıyorsa yapıyor ama ben yapamıyorum diye düşünür.
Biraz ders çalışır tabi annesi de bu sırada kendisini ders çalışıyor zanneder.Halbuki kitap ona o kitaba bakmaktadır.Bir süre okudğu romanı açar ve okumaya başlar.50.sayfaya geldiğinde baya bir zaman geçtiğini hissederek pılını pırtını toplar çıkar oda'dan.Annesi de "oğlum ders çalıştı" sevinciyle kendisine sevgi gösterilerinde bulunur.Bununla iyice kendini ders zanneti çalışan ergenimiz o hızla kendini arkadaşlarının yanında bulur kendini.
Arkadaşlarıyla geçirdiği tırı vırı saatlerden sonra eve döner.Ders çalışmıştır zaten.Biraz da "kitap" okursa tam çalışkan çocuk modeline bürünecektir. Yemek ve dizi vakti gelmiştir.Günün en saatleridir ancak kısadır işte.Dizi izlerken en kuytu köşeye girilir.Ulan ne zaman farkedercekler de yatağa git diyecekler kuşkusu yiyip bitirir ergenimizi.Ve o seste gelir;
-Oğlum hadi yatağa yarın okul var uyanamazsın...
Duymamazlıktan gelir kahramanımız.N'oldu ki yeğaaa?
Çaresiz kalkar yavaş yavaş odaya doğru yönelir.
-Peh ben de osbir çekerim noolcak sonra da uyurum...
Sözleriyle yatağana doğru sıvışır.Ne osbir kalmıştır ne de kızgınlık.Uyumuştur... Yarın ki monoton ama heyecan ve korkulu güne "merhaba" diyene kadar.
Ve o ses gelir... Aynı ton,aynı kelimeler!
-Oğlum kalk geç kaldın!
Kalkar ama gözlerini açmaya kıyamaz.Açarsa uykusu kaçacaktır ama uykusunun da kaçması gerekir.Suratına suyu vurduğunda irkilir...
-Hay mına koyim bu okulun ya!
Yüzünü kurulamak için kullandığı havlu bile yastık gibi gelir ona.Hava hafif karanlıktır e biraz da soğuk tabi şimdi yatağa zıplasa yorgana sarılsa uyusa ne güzel olurdu.
Annesinin hazırladığı kahvaltıya oturur.Oturana kadar hiç acıkmamış gibidir ama oturduğu andan itibaren aıktığını hisseder bir de Mesut Yar varsa televizyonda... Bırakta git okula şimdi.Nasıl gitsin?
Evde yapılacak her şey yapılmıştır.Kapıya adımı atar atmaz buz gibi rüzgar yüzüne çarpar.
-Ohooyy vay mını sikiyim.Ne soğuk lan bu?
Eller cepte ağır ağır yürür.Her içeri girmiştir.İçinde bir karamsarlık bu hafta nasıl bitecek sorusunun verdiği kasvet...
Sınıfa girer...
-Hassiktir lan ödevi yapmadım ya ben?
2 ila 5 dakika arasında bir süresi vardır.Hoca'ya bir şeyler göstermek zorundadır.Kendisinden hoşlanan kızın yanına yavşar hafifçe.Defterini ister.Kızın inadını 15 saniye içerisinde kırmak zorundadır.Zaman işliyor ve her geçen saniye onun aleyhine... Kıza yapmadığı şirinliği yapmak zorunda kalır ve kapar defteri.Alır almaz yarım yamalak biçimde hiç anlamadan geçirir kendi defterine.
-Ulan konunun ne olduğunu bile bilmiyorum iğğğğşallah Hoca bişey sormaz ödevle ilgili.
Ödevin son anında hoca içeri giriverir.E haliyle kızcağızda defterini ister.Ergenimiz son bir sallamadan sonra defteri uzatır kıza.Görev tamamlanmıştır.İçini geçici bir mutluluk kaplar.
Hoca her zaman yaptığının aksine ödevlere bakmaz.
-Ne lan bu? Niye bakmadı bu ödeve şimdi? O kadar da uğraştık.
Hoca direk derse geçer.Sıkıntılı dakikalar başlamıştır.Ders boyunca oyalanacağı bir şeyler gereklidir.Kalemini bozsa ders sonuna kadar tamir eder.Yada defterinin arkasına imza denemesi mi yapsa? En iyi imzayı tutturana kadar...
1.ders biter sonra 2, sonra 3... Yazılı anı gelmiştir.Ne yapacak şimdi? İçini acayip bir korku ve heyecan fırtınası kaplar.Hoca kağıtladı dağıtmaya başlamıştır.Hoca'nın sesiyle irkilir;
-Herkese dağıtmadan yazılı kağıtlarını açmayın. Yakarım canınızı!
Herkese dağıtılmış ve sınav başlamıştır.
-Hay bu matematik dersinin ben...!
Bir iki tanesini kendisi çözse bir kaç tane de sağdan soldan götürse tamam işte 45-50 alır. Yani en azından öyle düşünür.Düşündüğü de en iyi ihtimaldir.En iyi ihtimal buysa...
Kendi yapabildiği tek soruyu zevkle iştahla yapmıştır.Nerden bokunu çıkarsam diye düşünmektedir.Diğer soruyu da yarım yamalak bilmektedir.Onu da yapar kendince sonra yavaş yavaş sağa sola sokulmaya başlar.Her bakışta bir parçayı alsa tamam işte bir soru da ordan çıkar.Artık yazılı saati tamamlanmıştır.Zorlar da zorlar sanki 5 dakika daha olsa soruların hepsini yapacak...!
El mahkum verir kağıdı usul usul dışarı çıkar.Hemen inek kızı gözüne iliştirir;
-Kaç bekliyosun?
-Ya bilmiyorum çok kötü geçti uğof yaa!
Ergenimiz hiddetlenir içten içe.Sürtük bu da heee hep aynısını yapıyoo sora gidiyo en iyi notu alıyo.Al kafasını vur duvara!
Dersler ıkına sıkıla geçer...Öğlen vakti gelmiştir.Şimdi sınav da şaka maka bok gibi geçti.Gideyim ders çalışayım diye düşünür.Eve gider çünkü arkadaşlarıyla takılmak için kendini teselli etmesi gerekir.Yalandan da olsa ders çalışmış olmalıdır.Yani içini kemiren "ders çalış" duygusu vardır aslında.Ama bunu bile yalandan yere yapar.Yoktur işte! İçinde ders çalışma duygusu yok.Ne yapabilir? Yapanlar nasıl yapıyorsa yapıyor ama ben yapamıyorum diye düşünür.
Biraz ders çalışır tabi annesi de bu sırada kendisini ders çalışıyor zanneder.Halbuki kitap ona o kitaba bakmaktadır.Bir süre okudğu romanı açar ve okumaya başlar.50.sayfaya geldiğinde baya bir zaman geçtiğini hissederek pılını pırtını toplar çıkar oda'dan.Annesi de "oğlum ders çalıştı" sevinciyle kendisine sevgi gösterilerinde bulunur.Bununla iyice kendini ders zanneti çalışan ergenimiz o hızla kendini arkadaşlarının yanında bulur kendini.
Arkadaşlarıyla geçirdiği tırı vırı saatlerden sonra eve döner.Ders çalışmıştır zaten.Biraz da "kitap" okursa tam çalışkan çocuk modeline bürünecektir. Yemek ve dizi vakti gelmiştir.Günün en saatleridir ancak kısadır işte.Dizi izlerken en kuytu köşeye girilir.Ulan ne zaman farkedercekler de yatağa git diyecekler kuşkusu yiyip bitirir ergenimizi.Ve o seste gelir;
-Oğlum hadi yatağa yarın okul var uyanamazsın...
Duymamazlıktan gelir kahramanımız.N'oldu ki yeğaaa?
Çaresiz kalkar yavaş yavaş odaya doğru yönelir.
-Peh ben de osbir çekerim noolcak sonra da uyurum...
Sözleriyle yatağana doğru sıvışır.Ne osbir kalmıştır ne de kızgınlık.Uyumuştur... Yarın ki monoton ama heyecan ve korkulu güne "merhaba" diyene kadar.
2 Temmuz 2012 Pazartesi
Yağmurlu Bir Gece Karizmamı Kaybettim
Taksim / Tarlabaşı'ndan bilen bilir uçak gibi giden sarı dolmuşlar
kalkar. Geçenlerde çok yağmur yağıyordu binmek durumunda kaldım. En ön
koltuk yani şöförün yanı boştu oraya kuruldum. Bizim insanımızda eğer
şöförün yanındaysan şöförle sohbet etme hissiyatı vardır. Istemesen bile
adam bişey mırıldanırsa cevap verme ya da onaylama gereği duyarsın. (ya
şimdi bana yok bende öyle bişiii ağzı yapmayın.)
Herşey arkada son kalan boş koltuğa travestinin oturmasıyla ve hareket etmemizle başladı. Yani şahsen kendi adıma hiçbir problem sezmiyordum ama minibüste bi’ gerginlik olduğu belliydi. Travesti arkadaşımız ise gayet rahat tavırlarla kikir kikir telefonda konuşuyordu. Neyseki kendisi aksarayda indi de ortalık biraz rahatladı.
Şoför kapıyı kapar kapamaz “Yeeaaağğ bunları da dışlamıyorum ama arabama da binmesinner gardeşim ! ” dedi.
Az önce de belirttiğim gibi ön koltuktaysan ya fikrini söyleyeceksin ya da adamı onaylayacan kaçarın yok. Ben de gayet yavşak bir tavırla “ eki eki abi o zaman otomatikman dışlıyosun ya eki eki ” dedim. Şoför de bi anda surat betonarme kıvamı oldu. “Anlamadım” dedi (ton Kadir İnanır’dan hallice) Elim ayağıma dolaştı yine sırıtarak toparlamaya çalıştım. “Abi yani ehi ehi hani dedin ya dışlamıyom ama arabama da binmesinler diye. E dışlamış oluyosun demek istedim ekiki” dedim adam cevap vermedi. Bi an acaba benim de gay falan olabileceğimden mi şüphelendi korkusuyla irkildim. Neden bilmiyorum telaş yaptım. Bu da benim içimde olan pskolojik bir korkuyu ortaya çıkarmıştı aslında ama o ayrı bir yazı konusu olur. İçim içime sığmıyordu. Bi şekilde şöförün gözüne girmeliydim. Allahım neden ön koltuğa oturdumki. Hem arkaya otursam Travesti arkadaşımız öne oturacak, belki de şöförün bu tercihteki arkadaşlara görüşünü tazeleyecekti. Yağmur sel olmuş akıyordu ve ben ezik tavrımla yolculuğuma devam ediyordum. Bir fırsat çıkmalıydı ki dağılan karizmayı yerlerden toplayabileyim.
Merter civarına yaklaşırken aniden önümüze taksi kırınca ufak bir kaza riski atlattık. Şöför toparlar toparlamaz camdan kafayı çıkartıp “O..punun evladııığğ!!” diye bağırınca aman allahım işte fırsat bu dedim. Hemen atıldım. “ yaa herkese de ehliyet veriyorlar bu ne kardeşim ölelim mi ya” dedim. Bir on saniye rahatlamıştım ki. Kısa bir sessizlik oldu ve şöför “ yaa aslında feci yağmur yağıyor gözükmüyor ki yol adam da haklı” dedi…
ALLAHIM BENİ NEYLE SINIYORSUN ! diye geçirdim içimden. Delirmek üzereydim. Ne yapsam olmuyordu. Terlediğimi hissettim. Üstelik son durağa kadar gidecektim. Aklıma tek care geldi. Şöför benden istemeden direksiyonun arkasına serdiği havluyu alıp benim tarafımda olan aynanın buğusunu silmek için atıldım. Bu sefer bir sakarlığa mahal vermeden aldım ve buğuyu sildim.(buğu çok iç gıcıklayan bir kelimeymiş meğerse bak şu an farkettim)
Havluyu geri verirken yalakalığın doruklarına ulaşmıştım belki ama şöförün gözündeki imajımı biraz olsun düzeltebilmiştim...
Herşey arkada son kalan boş koltuğa travestinin oturmasıyla ve hareket etmemizle başladı. Yani şahsen kendi adıma hiçbir problem sezmiyordum ama minibüste bi’ gerginlik olduğu belliydi. Travesti arkadaşımız ise gayet rahat tavırlarla kikir kikir telefonda konuşuyordu. Neyseki kendisi aksarayda indi de ortalık biraz rahatladı.
Şoför kapıyı kapar kapamaz “Yeeaaağğ bunları da dışlamıyorum ama arabama da binmesinner gardeşim ! ” dedi.
Az önce de belirttiğim gibi ön koltuktaysan ya fikrini söyleyeceksin ya da adamı onaylayacan kaçarın yok. Ben de gayet yavşak bir tavırla “ eki eki abi o zaman otomatikman dışlıyosun ya eki eki ” dedim. Şoför de bi anda surat betonarme kıvamı oldu. “Anlamadım” dedi (ton Kadir İnanır’dan hallice) Elim ayağıma dolaştı yine sırıtarak toparlamaya çalıştım. “Abi yani ehi ehi hani dedin ya dışlamıyom ama arabama da binmesinler diye. E dışlamış oluyosun demek istedim ekiki” dedim adam cevap vermedi. Bi an acaba benim de gay falan olabileceğimden mi şüphelendi korkusuyla irkildim. Neden bilmiyorum telaş yaptım. Bu da benim içimde olan pskolojik bir korkuyu ortaya çıkarmıştı aslında ama o ayrı bir yazı konusu olur. İçim içime sığmıyordu. Bi şekilde şöförün gözüne girmeliydim. Allahım neden ön koltuğa oturdumki. Hem arkaya otursam Travesti arkadaşımız öne oturacak, belki de şöförün bu tercihteki arkadaşlara görüşünü tazeleyecekti. Yağmur sel olmuş akıyordu ve ben ezik tavrımla yolculuğuma devam ediyordum. Bir fırsat çıkmalıydı ki dağılan karizmayı yerlerden toplayabileyim.
Merter civarına yaklaşırken aniden önümüze taksi kırınca ufak bir kaza riski atlattık. Şöför toparlar toparlamaz camdan kafayı çıkartıp “O..punun evladııığğ!!” diye bağırınca aman allahım işte fırsat bu dedim. Hemen atıldım. “ yaa herkese de ehliyet veriyorlar bu ne kardeşim ölelim mi ya” dedim. Bir on saniye rahatlamıştım ki. Kısa bir sessizlik oldu ve şöför “ yaa aslında feci yağmur yağıyor gözükmüyor ki yol adam da haklı” dedi…
ALLAHIM BENİ NEYLE SINIYORSUN ! diye geçirdim içimden. Delirmek üzereydim. Ne yapsam olmuyordu. Terlediğimi hissettim. Üstelik son durağa kadar gidecektim. Aklıma tek care geldi. Şöför benden istemeden direksiyonun arkasına serdiği havluyu alıp benim tarafımda olan aynanın buğusunu silmek için atıldım. Bu sefer bir sakarlığa mahal vermeden aldım ve buğuyu sildim.(buğu çok iç gıcıklayan bir kelimeymiş meğerse bak şu an farkettim)
Havluyu geri verirken yalakalığın doruklarına ulaşmıştım belki ama şöförün gözündeki imajımı biraz olsun düzeltebilmiştim...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)