Yine bir ilkbahar akşamıydı,havalar ılık olduğundan bazen akşamları
komşumuzun kızıyla beraber ilk önce bi’kaç el kız tavlası oynar, biraz
pişti atar sonrasında yapacak birşey bulamadığımızdan babalarımızdan
izin alarak yürüyüşlere çıkardık, o günlerden biriydi, hatırladığım
kadarıyla pazar günüydü çünkü akşam saat 8 olmasına rağmen çoğu yer
kapalıydı, esas konumuza dönelim. Benim üzerimde bol siyah bi eşofman ve
sıfır kol t-shirt vardı komşukızının üzerinde ise askılı bluz, bol ve
küfüüül küfül uçuşan bi çingene eteği vardı, etek sağa sola savruldukça
içimde adeta margarinler eriyor, burnumdan por-çöz soluyordum, komşu
kızı gerçekten çok güzel bi bayandı, ilkokulu da beraber okumuştuk.
Yaklaşık 15 senedir ailelerimizin karşılıklı iyi ilişkileri, her
şeye‘’Evet’’ denilesi geri çevrilemez tarzda olduğu için ona da hep
-bacım- gözüyle bakmıştım, aslında öyle müthiş bi güzelliği vardı ki
değil komşukızı amcamın kızı olsa affetmemek gerekti imanıma.
Dolaşmaya devam ediyorduk,dönüşte evlerimizin ilerisindeki
ağaçlık alana geldiğimizde ‘’öff ya Cem yoruldum biraz şu taşların
üzerinde otursak olmaz mı?’’dedi .’’yorulduysan oturalım tabi’’dedim ben
de. İyi hatırlıyorum iki üç gün önce o yerde top oynarken kale direği
niyetine kullandığımız taşları gördü ve birinin üzerine kendini bırakmak
suretiyle oturuverdi. Fakat taşlar birbirine çok yakındı, ileri
taraftakinin üzerine oturmuştu bile, ilk başta kalkıp kireç tozu olan
eteğini çırptı taşı ters çevirdi ve tekrar oturdu.’’hadi sen de otursana
yorulmadın mı?’’diyerek beni de laf zoruyla oturttu karşısına. Eteğini
bacaklarının arasına toplamıştı dizlerimiz birbirine değiyordu, her
değişinde ise yüzüme bakıyordu, onu böylesine ilginç şekilde bakarken
hiç görmemiştim doğrusu, koca alanda bize ayrılan bölge birtek o bir
metrekarelik alandı sanki. Galiba tansiyonu düşmüştü, elindeki küçük
iğde dalını birden yere bıraktı ve kafasını baş ve işaret parmağının
arasına alarak öne eğdi.’’n’oldu?’’diye sorduğumda ‘’hiç, bişey yok,
herhalde fazla yürüdük yorgunluktan başım dönüyo’’cevabını verdi ve
birden kalktı, kalkar kalkmaz başı iyice dönmüş olmalı ki, tam düşmek
üzereyken aniden kalktım, kucakladım, koluma tutundu, sımsıkı
sarılıverdi, vücudunu bana yasladı, o gücü, o direnci !?!? hele de o
güçsüz ve ruhsuz anında ilginçti, yaklaşık 15-20 saniye aynı şiddetle
kolumu sıkıyordu. Sanki bir şeyler demek istiyordu ama sadece duyulan
şey şiddetli nefes alış-verişiydi, o halde bizi birisi görse, düşüneceği
şeyin olumlu olmasına imkan yoktu, onu düşünürken, ’’benden hoşlanıyor
musun?’’diye bir cümle duydum,fakat o cümle kulağımın birinden girip
diğerinden gerçek ses hızının on katıyla çıkmıştı sanki,’’efendim?’’
dedim (Burhan Altıntop korkaklığıyla),’’yok bir şey, işine gelmedi
herhalde,duymadın farzet ’’dedi, ’’duymadım ki zaten’’diye cevap
verdim,’’iyi o zaman’’dedi.Ayrılırken sanki 2 yıldır küs gezip zoraki
yolda karşılaşıp ta selam verip ayrılan iki insan gibi ayrıldık, o gün
otokontrolüme‘’acaba ben de karşılık vermeli miydim? ‘’sorusunu onlarca
defa sormaktan kendimi alamadım.
Yaklaşık bir hafta ya da dokuz-on gün sonrasıydı, bu sefer
iyi hatırlıyorum, cuma günüydü çünkü kpds başvurularının son günüydü,
köpeköldürenlere harcadığım başvuru parasını bi gün öncesinde şükür ki
(o zaman internette vardı sadece)nba bahsinden kazanmıştım. asıl mevzuya
gelelim. Annemgil dışarıda komşu kızının annesigil felan tandır
damında, başka bi komşumuzun Almanya’dan gelecek oğlu için bolca börek,
tadımlık yufkalar felan yapıyordu,ben de canımın sıkıntısından yalana
gerek yok, tek bildiğim ücretsiz, üyelik gerektirmeyen bi’ porno
sitesine girmiş aşk dolu fetiş dolu hayatıma (tabii platonik ya da sanal
hiç bilemedin Elızıbıtsal) zevkler katmak istiyordum, önüme geleni
izliyor videonun yanında ilişkili videolar bölümünden ondan oğğa ondan
oğğa atla atlaya kendimi bazen bir Asyalı bazen bir Ebony videosunda
buluyordum, son izlediğim ise bir rahibenin malum mutluluk çubuğunu
görememesinden doğan über-açlığını anlatan bir videoydu, videonun
içeriğinden bahsetmek istemiyorum tahmin ediyorsunuzdur, ama elim ayağım
da doğru durmuyordu.İşte o anlarda videonun yaklaşık ikinci
dakikasından başlamak üzere ensemde bi tür t-rex nefesi hissediyordum
sanki, lakin abazanlığın vermiş olduğu ters tepmiş kudret beni sadece
videoyu izlemeye itiyordu, aslında arada sırada dönüp sağ tarafımdaki
camdan annem açık bırakılan kapıdan içeri börek yufka koymaya felan
gelir mi ki diye düşünerek hafifçe tellerin üstünden boynunu sarkıtarak
minik dal parçası yiyen zürafa misali koltuğun üstünden aşağıya bakarak
etrafı kolaçan ediyordum
Videonun son bölümlerine yaklaşıyordum ki artık
herifin -i shot the sheriff- konumuna gelmiş olan videonun sağ
tarafındaki benzer bi videoya tıklayacakken, sol tarafımdan ‘’KALSIN,
DEĞİŞTİRME’’diye bir ses duydum, o an tüm vücut fonksiyonlarım
durdu,yayı çekilip bırakılmış bi elektrikli hızar gibi beklemeye geçtim
bi an,o an ses sanki gaipten gelmişti, dönemedim arkama bir sonraki
kelime ya da kelimeler dizisi gelene kadar, dediğim gibi o an tüm
fonksiyonlarım bir anlığına durduğu için sesin kime ait olduğunu da
ayırt edememiştim, aklımdan ya annem ya da eniştemin yırtık bacısı
geliyordu, kim olursa olsun sonuçta yola düşmüş sakıza basarcasına boka
basmıştım ki ikinci sesi duydum, hem de bu sefer tam anlaşılır
şekilde’’N’OOLDU DONDUN’’ dedi.Yüzümü çevirdiğimde komşu kızı karşımda
tüm arzusunu belli eder şekilde beni süzüyordu, bir bana bakıyordu bir
sonu yaklaşan videoya, sonunda elimi tuttu ve avucumu iyice açıp
dudaklarına değdirmeye başladı, parmaklarımı 2000 frame ultra slow
motionda dudaklarına aşağı yukarı olmak babında –bobidi, bubidi-
yaptırıyordu adeta, daha sonra elimi aldı ve aşağılara doğru indirtmeye
başladı ’’hergün bu videolara bakacağına sadece birgün gözümün içine
baksaydın bunların hepsi senindi’’diyerek korkunç bi şekilde sırıtmaya
başladı,Ne diyeceğimi bilememiştim gözümü kapamış bi şekilde elim onun
vücudunda dolaşırken, sadece dokunma duyum çalıştığından açıkçası ne
dediğini pek de anlamıyordum. Aptalca sırıtarak gözlerinin içine bakmaya
başladım, beni oracıkta yere uzattı ve bir hışımda üzerindekileri
çıkarmaya başladı, bir yandan beni soyarken diğer yandan kendisi de
soyunuyordu, artık dudaklarımız birleşmişti, her gün karşımda duran kız
artık kollarımın arasında hem de çırılçıplak olabildiğince seri şekilde
komşu kızına yükleniyordum Deeeermişim
Yalan yaaa siz de inandınız mı bu
anlattıklarıma,sadece şu erotik hikaye sitelerindeki yazılar zamanında
çok dikkatimi çekiyordu, ’’bunların alayı yalan lan hepsi uydurma
a.k’’diyerekten işim bitince söverdim, dedim bakalım ben uydursam nasıl
uydururum diyerekten iki çızıktırdım, eğer sitelerdeki gibi delikli
çubuklu muhabbetler olsaydı çok baba bi hikaye yazardım da,sansür işte
aga, naparsın.
3 Şubat 2014 Pazartesi
2 Şubat 2014 Pazar
Büyük Bütçeli Kız Tavlama Tekniği
Bir arkadaşım en sevdiğim canlı şu an için beslediğim kedimdir demişti.
Bu hikâye de bir kedi var ama benim istediğim en kıymetli canlı maalesef
kedi değil.
İşe yeni başlamışım pek kimseyi tanımıyorum hoş onlarda beni tanımıyor olacak ki toplantı odasına attılar. Öyle bir yer ki ölsem dört gün sonra kokumdan anlarlar. Ankara’ya yeni geldiğim için kızılay dışında yerde bilmiyorum her hafta sonu cebeciden kızılaya yürüyorum. Orada biraz dolaşıp eve dönüyorum. Birde ben rutinleri seven bir insanım hep aynı yoldan giderim fakat o hafta sonu rotamı değiştirdim kurtuluş parkından sıhhıye köprüsü altından kızılaya giderim hayatımda bir şeyler değişmiş olur diye düşündüm. Düşün bu kadar sıkıcı bir hayatım var.
Şimdi bilmeyenler için kurtuluş parkını biraz anlatayım. İçinde bir havuz, koşu parkı ve nikah salonu var. Bunun dışında bildiğin park oturma bankları ağaçları ve çimenleriyle. Neyse ben parkın içinde geçip nikah salonun oradan çıkarım diye düşünürken. Nikah salonun önünde tanıdık yüzler gördüm. Bir abimizi gördüm. İçten gelen sululuğumla vay abi hayrola yengeye kumamı getiriyorsun dedim. Abimizde yok be ela ablan evleniyor dedi. Düşünün kurumda ne kadar değerim var. İş yerinde biri evleniyor bana haber bile vermiyorlar. Bende duruma ayak uydurdum nikah salonuna girdim. Alkışlar, evetler derken gelin ve damattı tebrik etmek için sıraya girdim. İşte ne olduysa sıra bana geldiğinde oldu. Ela ablamızın kız kardeşini gördüm şuurumu yitirdim. Allahım bir insan bu kadar güzel olamaz. İşte o şuursuzlukta ela abla kardeşin senden daha güzel dedim. Kız kardeşi de olur mu benim ablam bugün en güzel kadın dedi. Bende biraz durumu kurtarayım dedim. Evet evet öyle o bir numara sende iki numarasın dedim.
Ara ara böyle şirinlikler yapıp kadın milletini kendimden soğuturum. Düğün bitti ben yola devam ettim lakin o kız benim kafamda resmen kalıcı konut yaptı. Çıkmıyor ağa. Ben beynimdeki bütün nöronları bu iş için göreve çağırdım bir plan lazımdı. O kıza ulaşmam lazım ama nasıl.
Büyük bütçeli bir plan yaptım. Kaleyi içten fethedecektim. Plan şu ela ablaya yaklaşacaktım onunla can ciğer kuzu sarması olacaktım. Daha sonra kız kardeşine ulaşacaktım en sonunda ise mutluluğun pembe pancurlu evinin ön bahçesinde elimde sepet ile heidi gibi seke seke mutlu mesut oradan buraya koşturacaktım. Plan bu.
Ben birkaç ay sonra askere gittim geri geldim. Hemen ela ablaya yaklaştım. Ne yapar nelerden hoşlanır falan öğrendim. Motoru vardı gezmeyi seviyordu eğlenceliydi. Benim sadece dansöz kıvraklığında zekam ve ara ara çok zorlarsam güldürebileceğim espiri yeteneğim vardı. Malzemeler eksik fakat o lanet olası umut çok fazlaydı.
Ela abla ile her gün bir bahane ile sohbet ediyordum. Ne dese vay öyle mi. İnanmıyorum yaa çok coolsun diyordum. Şimdi benim genlerimde sarışınlık var misal kardeşim sarı saçlı yeşil gözlü kıvanç tatlıtuğ tarzında adamken. Ben tarzan gibi adam oldum. Lanet olası genler bana gelince çekinik kalmış. Ela ablamız sarışın bal rengi gözler var. Bende kız kardeşim olsa kesin sana benzerdi. Keşke senin gibi bir ablam olsaydı diyorum. Ela abla benimde erkek kardeşim yok ama senin gibi bir kardeşim olsun isterdim.
Evet en sonunda aileye resmen yancı erkek kardeş olarak girmiştim. Ama zalim kader resmen yine ağlarını örüyordu. İş yerinde baya sorunla karşılaşıyordum. Üzerimde bir dünya sorumluluk vardı. Sabah akşam hafta sonu mesai yapıyorum işler bitmiyor. Düşünün 2010 yılbaşı gecesi ben iş yerinden akşam 10:30’da çıktım. Kızılaydan eve yürürken yolda eğlenen insanlar görüyordum ama benim kafamda işten başka bir şey yoktu. İş stresi bindikçe biniyor ben direndikçe direniyordum. Sonunda olan oldu ben paramparça oldum. Bu andan sonra iş yerinde artık duramazdım ve işimi değiştirdim. Gittiğim yerde travmayı atlatmak için birkaç ay kendimi sıfırladım. Evden çıkmıyordum insanlarla görüşmüyordum. Zaman bazı şeylerin ilacı cidden yavaş yavaş kendime geldim. İşte bu kendime gelişlerde ela ablanın kız kardeşi de geri geldi. Ela abla ile yine yakınlaşma çalışmalarına başladım. Zaten facebookta ekli. Bazen kız kardeşinin onları ziyaret ettiğini görürdüm. Bende ela ablanın kedisini bahane edip evlerine ziyarete giderdim. Ama bir türlü kız kardeşi ile karşılaşamazdım. Benden bir hafta önce ya da bir hafta sonra giderdi. Ben artık dayanamadım konuyu açtım.
Ela abla senin kız kardeşin ne iş yapıyor dedim. Öğretmen dedi. siirtin bir köyünde mecburisini bitirmiş. Eskişehire geldi dedi. Düşünün o güzel kız resmen çöl gülü gibi geliyordu bana. Siirtin insanlardan uzak bir köyünde beni bekliyormuş diye düşünüyorum.
Artık her şey hazır gibiydi. Eskişehir hemen Ankara’nın dibinde hızlı trende var. Gider görürüm dedim. Ama kader bana hiç kıyak geçmiyor ki.
Bir akşam baktım ela abla eşi falan Eskişehir’e gitmiş. Sabah facebooku açtığımda ela ablanın sayfasında baya fotoğraf gördüm. Kız kardeşi evlenmiş ve maalesef evlendiği kişi ben değilim.
2 senelik yüksek bütçeli prodüksiyonum resmen elimde patladı. Fakat bu akrabalık ilişkileri sayesinde ela ablanın oğlunun kirvesi ve dayısı oldum. Neye niyet neye kısmet anasını satayım. Derdim bununla da bitmedi. Sırf ev ziyareti yapmak için bahane ettiğim kedilerini çocuk olduktan sonra vermek istediler. İlk beni aradılar.
Ela abla beni bir sen anladın sende yanlış anladın demek isterdim. Ben senin kız kardeşini istiyordum kedini değil.
Ama dediğim gibi bazıları için besledikleri hayvan çok değerli olabiliyor. Belki ben o kadar iyi bir şekilde aileye sızdım ki. Bana kedilerini layık gördüler.
İşe yeni başlamışım pek kimseyi tanımıyorum hoş onlarda beni tanımıyor olacak ki toplantı odasına attılar. Öyle bir yer ki ölsem dört gün sonra kokumdan anlarlar. Ankara’ya yeni geldiğim için kızılay dışında yerde bilmiyorum her hafta sonu cebeciden kızılaya yürüyorum. Orada biraz dolaşıp eve dönüyorum. Birde ben rutinleri seven bir insanım hep aynı yoldan giderim fakat o hafta sonu rotamı değiştirdim kurtuluş parkından sıhhıye köprüsü altından kızılaya giderim hayatımda bir şeyler değişmiş olur diye düşündüm. Düşün bu kadar sıkıcı bir hayatım var.
Şimdi bilmeyenler için kurtuluş parkını biraz anlatayım. İçinde bir havuz, koşu parkı ve nikah salonu var. Bunun dışında bildiğin park oturma bankları ağaçları ve çimenleriyle. Neyse ben parkın içinde geçip nikah salonun oradan çıkarım diye düşünürken. Nikah salonun önünde tanıdık yüzler gördüm. Bir abimizi gördüm. İçten gelen sululuğumla vay abi hayrola yengeye kumamı getiriyorsun dedim. Abimizde yok be ela ablan evleniyor dedi. Düşünün kurumda ne kadar değerim var. İş yerinde biri evleniyor bana haber bile vermiyorlar. Bende duruma ayak uydurdum nikah salonuna girdim. Alkışlar, evetler derken gelin ve damattı tebrik etmek için sıraya girdim. İşte ne olduysa sıra bana geldiğinde oldu. Ela ablamızın kız kardeşini gördüm şuurumu yitirdim. Allahım bir insan bu kadar güzel olamaz. İşte o şuursuzlukta ela abla kardeşin senden daha güzel dedim. Kız kardeşi de olur mu benim ablam bugün en güzel kadın dedi. Bende biraz durumu kurtarayım dedim. Evet evet öyle o bir numara sende iki numarasın dedim.
Ara ara böyle şirinlikler yapıp kadın milletini kendimden soğuturum. Düğün bitti ben yola devam ettim lakin o kız benim kafamda resmen kalıcı konut yaptı. Çıkmıyor ağa. Ben beynimdeki bütün nöronları bu iş için göreve çağırdım bir plan lazımdı. O kıza ulaşmam lazım ama nasıl.
Büyük bütçeli bir plan yaptım. Kaleyi içten fethedecektim. Plan şu ela ablaya yaklaşacaktım onunla can ciğer kuzu sarması olacaktım. Daha sonra kız kardeşine ulaşacaktım en sonunda ise mutluluğun pembe pancurlu evinin ön bahçesinde elimde sepet ile heidi gibi seke seke mutlu mesut oradan buraya koşturacaktım. Plan bu.
Ben birkaç ay sonra askere gittim geri geldim. Hemen ela ablaya yaklaştım. Ne yapar nelerden hoşlanır falan öğrendim. Motoru vardı gezmeyi seviyordu eğlenceliydi. Benim sadece dansöz kıvraklığında zekam ve ara ara çok zorlarsam güldürebileceğim espiri yeteneğim vardı. Malzemeler eksik fakat o lanet olası umut çok fazlaydı.
Ela abla ile her gün bir bahane ile sohbet ediyordum. Ne dese vay öyle mi. İnanmıyorum yaa çok coolsun diyordum. Şimdi benim genlerimde sarışınlık var misal kardeşim sarı saçlı yeşil gözlü kıvanç tatlıtuğ tarzında adamken. Ben tarzan gibi adam oldum. Lanet olası genler bana gelince çekinik kalmış. Ela ablamız sarışın bal rengi gözler var. Bende kız kardeşim olsa kesin sana benzerdi. Keşke senin gibi bir ablam olsaydı diyorum. Ela abla benimde erkek kardeşim yok ama senin gibi bir kardeşim olsun isterdim.
Evet en sonunda aileye resmen yancı erkek kardeş olarak girmiştim. Ama zalim kader resmen yine ağlarını örüyordu. İş yerinde baya sorunla karşılaşıyordum. Üzerimde bir dünya sorumluluk vardı. Sabah akşam hafta sonu mesai yapıyorum işler bitmiyor. Düşünün 2010 yılbaşı gecesi ben iş yerinden akşam 10:30’da çıktım. Kızılaydan eve yürürken yolda eğlenen insanlar görüyordum ama benim kafamda işten başka bir şey yoktu. İş stresi bindikçe biniyor ben direndikçe direniyordum. Sonunda olan oldu ben paramparça oldum. Bu andan sonra iş yerinde artık duramazdım ve işimi değiştirdim. Gittiğim yerde travmayı atlatmak için birkaç ay kendimi sıfırladım. Evden çıkmıyordum insanlarla görüşmüyordum. Zaman bazı şeylerin ilacı cidden yavaş yavaş kendime geldim. İşte bu kendime gelişlerde ela ablanın kız kardeşi de geri geldi. Ela abla ile yine yakınlaşma çalışmalarına başladım. Zaten facebookta ekli. Bazen kız kardeşinin onları ziyaret ettiğini görürdüm. Bende ela ablanın kedisini bahane edip evlerine ziyarete giderdim. Ama bir türlü kız kardeşi ile karşılaşamazdım. Benden bir hafta önce ya da bir hafta sonra giderdi. Ben artık dayanamadım konuyu açtım.
Ela abla senin kız kardeşin ne iş yapıyor dedim. Öğretmen dedi. siirtin bir köyünde mecburisini bitirmiş. Eskişehire geldi dedi. Düşünün o güzel kız resmen çöl gülü gibi geliyordu bana. Siirtin insanlardan uzak bir köyünde beni bekliyormuş diye düşünüyorum.
Artık her şey hazır gibiydi. Eskişehir hemen Ankara’nın dibinde hızlı trende var. Gider görürüm dedim. Ama kader bana hiç kıyak geçmiyor ki.
Bir akşam baktım ela abla eşi falan Eskişehir’e gitmiş. Sabah facebooku açtığımda ela ablanın sayfasında baya fotoğraf gördüm. Kız kardeşi evlenmiş ve maalesef evlendiği kişi ben değilim.
2 senelik yüksek bütçeli prodüksiyonum resmen elimde patladı. Fakat bu akrabalık ilişkileri sayesinde ela ablanın oğlunun kirvesi ve dayısı oldum. Neye niyet neye kısmet anasını satayım. Derdim bununla da bitmedi. Sırf ev ziyareti yapmak için bahane ettiğim kedilerini çocuk olduktan sonra vermek istediler. İlk beni aradılar.
Ela abla beni bir sen anladın sende yanlış anladın demek isterdim. Ben senin kız kardeşini istiyordum kedini değil.
Ama dediğim gibi bazıları için besledikleri hayvan çok değerli olabiliyor. Belki ben o kadar iyi bir şekilde aileye sızdım ki. Bana kedilerini layık gördüler.
Kıvırtgan Dayı ile Otel Odasında Baş Başa
Büyük olasılıkla 2005 yılının bir yaz günü... Parlak yüzlü, dikkat çeken
ve yirmili yaşlarına daha yeni girmiş olan ben; Karaköy'den Taksime
doğru yardırmaktayken, birkaç saat sonra karpuzu yardıracağım
realitesinden ve düşüncesinden çok uzaklarda, kerhane yokuşunu henüz
atlatıp Galata kulesine gelmişim. O lokasyonda, yanıma benden de genç
bir eleman yanaştı ve Taksim meydanına nasıl gidebileceğini sordu. Ben
de bütün yardım severliğim ile kendisine; benim de oraya gideceğimi,
eğer isterse bana eşlik edebileceğini söyledim. Kabul etti ve dostça bir
sohbet ile Taksim'e kadar yürüdük. Lisede müzik grubu mu ne varmış,
müzik aleti bakacakmış falan filan... Neyse, meydana geldikten bir süre
sonra, vedalaşıp ayrıldık. Benim onun gibi planlarım olmadığı için bir
büfeden mizah dergisi alıp, heykelin gerisinde şu sıralar polislerin
konuşlandığı yerdeki, çeşmeyi andıran yapıtın yüksekliğine oturup
dergiyi okumaya başladım. Bir süre dergiye bakıp sıkıldıktan sonra,
otobüs duraklarının bulunduğu, gezi parkına doğru çıkan merdivenlere
oturup; oradan hem manzarayı seyretme, hem de dergimi keyifle okuma
kararı alıp, başıma geleceklerden habersiz bu kararımı gerçekleştirdim.
Merdivenlere oturmuş dergimi okurken, yanıma tıpkı kıvırtgan dayıya benzeyen bir kişi yaklaştı ve hintli aksanı ile bana bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ayağa kalkıp dikkatimi ona verdiğimde, bana "grand bazzar"ı soruyordu. Benim beynimde Gps uygulaması olmadığı için dayıya orayı tarif edemedim. Fakat hava güzel, taksim kalabalık, keyfim de yerinde, üstüne üstlük bir önceki arkadaştan aldığım teşekkür ile bu boşgezenti halim ile insanlığa yardımcı olmanın verdiği şevkin huşusu ve yarım yamalak olan ingilizcem ile onu oraya götürebileceğimi, isterse beni takip etmesi gerektiğini söyledim. Aklı karıştı fakat kabul etti. Sevinçliydim, bu güzel tatil gününde hem ingilizcemi geliştirecek, hem de kilometrelerce uzaktan gelmiş bir insan ile tanışıp, ona yardım edecektim. Bir gün bundan daha ne kadar verimli ve güzel olabilirdi ki, tabii aynı şeyi kuzeyin sarışın ve çilli hatunlarına yapma olasılığını göz ardı edersek...
Neyse Kıvırtgan dayı ile merdivenlerden aşağı indik ve heykele doğru yürümeye başladık. Heykele gelmeden önceki ışıklarda, kalabalığın içinde onu tanımak için kendisine sorular yönelttim, cevapladı. Işıkları geçip izdiham içindeki taksim meydanına girdiğimizde, dayının yüz ifadesi düşünceli bir hal almıştı. Yüzüne baktığımı gördü ve geri dönmek istediğini söyledi. Ben de kalabalıktan korktu zaar diye, isteğini kabul edip onu ilk görüştüğümüz yer olan merdivenlere geri götürdüm. Bendeki muhabbet isteğini gören hintli dayı, bana kaldığı oteli gösterdi. Gezi'nin tam arkasındaki bilmem kaç yıldızlı otelde kalıyordu. Beni otele davet etti. Ben de bu isteğini kırmadım ve kabul ettim.
Otele geldiğimizde, resepsiyondan kolayca geçtik. Asansöre girip sessizce katları çıktık. Geldiğimiz kat en üst kattı. Asansörden çıktık, bir baktım burası otelin sauna ve masaj bölümü. İçeride masaj yaptıran üstü çıplak kadınlar ve erkekler cirit atıyor. Hintli dayı nedense bana bu mekanı turlattı ve ardından plastik bir örtü ile kapanmış duş bölmesinin örtüsünü açıp, sigi daşşaa sarkmış bir yaşlı amca ile beni gözgöze getirdi. Yaşlı amcadan özür diledik ve sauna gezintisini sonlandırdık. Benim aklım hala karışık ve iyi niyetimden adamın bu davranışını hayra yormaktayım.
Ardından tekrar asansöre binip dayının odasına geldik. Bana otel odasından İstanbul'un manzarasını gösterdi. İlk defa İstanbul'u bu şekilde görüyordum. İnönü stadı ve Boğaz içi köprüsü, boydan boya cam bir pencere önünde duran benim ayaklarımın altındaydı. Adam etkilendiğimi gördü ve benim yatağın yanındaki koltuğa oturmamı söyledi. Beraber oturduk. Bir şeyler içip içmeyeceğimi sordu. Sadece teşekkür ettim. Ailesinden, ailemden; neden burada olduğundan filan konuşmaya başladık. Babası ile bilgisayar işi için buraya gelmiş; karısı ve birden fazla çocuğu varmış. Bunu duyunca kendisine biraz daha samimi oldum. Hangi dinden olduğunu sordum, müslümanmış. Hintlilerin neden ineklere taptığını söyledim. Süt, et ve derisinden faydalanıldığı için yararlı bir hayvan olduğunu söyledi ve bunun gibi saçma sapan ve yarım yamalak birbirimize bir şeyler anlatmaya çalıştık.
Bir süre sonra televizyonu açtı. Kanalları bir süre dolaştıktan sonra, porno kanalında duraklayınca, popomun tehlikede olduğunu anladım ve çekingen bir tavır ile kendisine kanalı kapatmasını söyledim. Kapadı ve ardından tekli koltuktaki yanıma biraz daha yakınlaştı. Ardından elini benim kemere atınca, bana orayı terketmekten başka bir şans bırakmadı bana.
Gidiyor olmamı normal bir şekilde karşıladı ve bana bir kaç hediye vermek istedi. Yanında hediye olarak verecek bir şeyi olmadığından, büyük olasılıkla uçaktan yürüttüğü üzerinde "singapur airlines" yazan iskambil kağıtlarını ve yarısı kullanılmış parfümü bana hediye etti. Almak istemesem de aldım ve bana benim ile görüşmek istediğini söyledi ve bir daha ki gelişi için hediye olarak kendisinden bir şey istememi söyledi. Bir şey söylemedim, bana numarasını verdi. Kaydettim ve oteli neye uğradığına şaşırmış bir ruh hali ile terk ettim.
Merdivenlere oturmuş dergimi okurken, yanıma tıpkı kıvırtgan dayıya benzeyen bir kişi yaklaştı ve hintli aksanı ile bana bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ayağa kalkıp dikkatimi ona verdiğimde, bana "grand bazzar"ı soruyordu. Benim beynimde Gps uygulaması olmadığı için dayıya orayı tarif edemedim. Fakat hava güzel, taksim kalabalık, keyfim de yerinde, üstüne üstlük bir önceki arkadaştan aldığım teşekkür ile bu boşgezenti halim ile insanlığa yardımcı olmanın verdiği şevkin huşusu ve yarım yamalak olan ingilizcem ile onu oraya götürebileceğimi, isterse beni takip etmesi gerektiğini söyledim. Aklı karıştı fakat kabul etti. Sevinçliydim, bu güzel tatil gününde hem ingilizcemi geliştirecek, hem de kilometrelerce uzaktan gelmiş bir insan ile tanışıp, ona yardım edecektim. Bir gün bundan daha ne kadar verimli ve güzel olabilirdi ki, tabii aynı şeyi kuzeyin sarışın ve çilli hatunlarına yapma olasılığını göz ardı edersek...
Neyse Kıvırtgan dayı ile merdivenlerden aşağı indik ve heykele doğru yürümeye başladık. Heykele gelmeden önceki ışıklarda, kalabalığın içinde onu tanımak için kendisine sorular yönelttim, cevapladı. Işıkları geçip izdiham içindeki taksim meydanına girdiğimizde, dayının yüz ifadesi düşünceli bir hal almıştı. Yüzüne baktığımı gördü ve geri dönmek istediğini söyledi. Ben de kalabalıktan korktu zaar diye, isteğini kabul edip onu ilk görüştüğümüz yer olan merdivenlere geri götürdüm. Bendeki muhabbet isteğini gören hintli dayı, bana kaldığı oteli gösterdi. Gezi'nin tam arkasındaki bilmem kaç yıldızlı otelde kalıyordu. Beni otele davet etti. Ben de bu isteğini kırmadım ve kabul ettim.
Otele geldiğimizde, resepsiyondan kolayca geçtik. Asansöre girip sessizce katları çıktık. Geldiğimiz kat en üst kattı. Asansörden çıktık, bir baktım burası otelin sauna ve masaj bölümü. İçeride masaj yaptıran üstü çıplak kadınlar ve erkekler cirit atıyor. Hintli dayı nedense bana bu mekanı turlattı ve ardından plastik bir örtü ile kapanmış duş bölmesinin örtüsünü açıp, sigi daşşaa sarkmış bir yaşlı amca ile beni gözgöze getirdi. Yaşlı amcadan özür diledik ve sauna gezintisini sonlandırdık. Benim aklım hala karışık ve iyi niyetimden adamın bu davranışını hayra yormaktayım.
Ardından tekrar asansöre binip dayının odasına geldik. Bana otel odasından İstanbul'un manzarasını gösterdi. İlk defa İstanbul'u bu şekilde görüyordum. İnönü stadı ve Boğaz içi köprüsü, boydan boya cam bir pencere önünde duran benim ayaklarımın altındaydı. Adam etkilendiğimi gördü ve benim yatağın yanındaki koltuğa oturmamı söyledi. Beraber oturduk. Bir şeyler içip içmeyeceğimi sordu. Sadece teşekkür ettim. Ailesinden, ailemden; neden burada olduğundan filan konuşmaya başladık. Babası ile bilgisayar işi için buraya gelmiş; karısı ve birden fazla çocuğu varmış. Bunu duyunca kendisine biraz daha samimi oldum. Hangi dinden olduğunu sordum, müslümanmış. Hintlilerin neden ineklere taptığını söyledim. Süt, et ve derisinden faydalanıldığı için yararlı bir hayvan olduğunu söyledi ve bunun gibi saçma sapan ve yarım yamalak birbirimize bir şeyler anlatmaya çalıştık.
Bir süre sonra televizyonu açtı. Kanalları bir süre dolaştıktan sonra, porno kanalında duraklayınca, popomun tehlikede olduğunu anladım ve çekingen bir tavır ile kendisine kanalı kapatmasını söyledim. Kapadı ve ardından tekli koltuktaki yanıma biraz daha yakınlaştı. Ardından elini benim kemere atınca, bana orayı terketmekten başka bir şans bırakmadı bana.
Gidiyor olmamı normal bir şekilde karşıladı ve bana bir kaç hediye vermek istedi. Yanında hediye olarak verecek bir şeyi olmadığından, büyük olasılıkla uçaktan yürüttüğü üzerinde "singapur airlines" yazan iskambil kağıtlarını ve yarısı kullanılmış parfümü bana hediye etti. Almak istemesem de aldım ve bana benim ile görüşmek istediğini söyledi ve bir daha ki gelişi için hediye olarak kendisinden bir şey istememi söyledi. Bir şey söylemedim, bana numarasını verdi. Kaydettim ve oteli neye uğradığına şaşırmış bir ruh hali ile terk ettim.
22 Şubat 2013 Cuma
Afişin Önündeki Çocuk...
Küçük bir çocukken, gerçekten de küçük bir çocuktum. Yaşıtlarına göre
daha çelimsiz sıska bir çöpten adam… Sporla aram hiçbir zaman iyi
olmadı… zaten benim boş vakitlerimi geçirmek için yapmayı düşündüğüm tek
bir şey vardı : Film izlemek...
Filmler büyülü bir Dünyanın kapısını açıyordu. Sadece bir bilet parasına (kaçak girmişliğim de çoktur) 1.5 saat boyunca genel geçer hayatın tüm sıkıcılığından ve tasasından uzaklaşıyor bir gün Nükleer savaş sonrası kurtulanları verimli topraklara götüren bir silahşör, bir gün babasının intikamını alan genç bir Şaolin rahibi başka bir zamanda Ray Harryhausen‘in stop-motion yaratıklarına karşı savaşan bir mitolojik savaşcı olabiliyordum. Kahramanlarla özdeşleşmek ve onların inanılmaz maceralarını yaşamak başka herşeyin önündeydi.
Aslında o zamanlar izlediğimiz filmler şimdikilere nazaran daha müsamerevari şeylerdi. Dış alım sistemindeki düzensizlikler ve yüksek telif sebebiyle özellikle benim çocukluğuma denk gelen 70'ler sonu 80'ler başı dönemde memleketin tüm sinemalarını ucuz Hong kong dövüş filmleri ile İtalyan Replikaları (Post Apokaliptik, gore, istismar sineması ve erotik filmler) basmıştı. Hong Kong filmlerinin afişleri genelde bizim afişcilerin derlemesiyle oluşturulmuş filmden görüntüler içeren daha az grafiksel işlerdi ama İtalyanların afişlerine bakmaya doyum olmazdı doğrusu. “Newyork 2019¨ “Dünyanın Son savaşcıları” “Amazonlar” “Kıyamet komandoları” nefis çizimlere sahip olağanüstü afişlerdi. Film izlemeye gitmediğim günlerde dahi elimde bir külah dondurma ile Sinema’nın karşısına dikilir saatlerce bu muazzam eserleri inceler dururdum. “Canavarlar Çarpışıyor” adlı bir Godzilla filminin şu an bile çizebileceğim kadar detaylarına hakim olmuştum. Video kaset çılgınlığı sırasında bu afişler az biraz oynanmış halleriyle tekrar karşıma çıktılar ve aynı veled bakışlarımı bu defa kiralamacıların önünde harcadım.
Video Günlerimiz
Video denen çılgın aletle memleket sıkıyönetim günlerinde tanışmıştı. Erken 80'lerde Tek kanallı ve sıkıcı Devlet Televizyonunun yayınladığı naftalin kokulu filmlerden ve dizilerden gına gelmiş halk da doğal olarak bu inanılmaz eğlence vaadine kanıp neredeyse 3-4 maaş toplamına sahip olunabilen Video cihazlarını TV’lerinin altına ve yine üstünde dantel olması şartı ile yerleştirivermişti bile. Bu kadar pahalı olmasına rağmen bu kadar çok kişi tarafından alınmasının en önemli sebebi de, ilan edilmemesine rağmen neredeyse Demirperde ülkelerinden bile daha despot bir anlayışla yönetilen memlekette, sıkıyönetimin de etkisi sebebiyle eğlence namına hiçbir şey kalmamış olmasıydı. O zamanlar Video dediğimiz teknoloji harikası! Cihazlar inanılmaz bir statü sembolü idi. Tıpkı Televizyonların ilk görüldüğü zamanlardaki gibi Video’su olan ailelerin itibarı artıyor, misafirleri eksik olmuyor, dolayısiyle havalarından da geçilmiyordu. Video’su olanlar kendi arasında ikiye ayrılmıştı; kaydedicili videosu olanlar ve player sahibi olanlar. Hepsinin değilse de bir kısmının birde yardımcı cihazı oluyordu; Betamax yada VHS kasetleri geri sarmak için kullanılan garip alet! video da geri sarmayın video bozulur derlerdi. Video kaset kiralayan yerlerde bunlardan 3-4 tane olurdu. kaseti teslim edince hemen geri sararlardı.
Betamax, 80'lerde Walkman ile inanılmaz satış rakamları yakalayarak şımarmış Sony için tam bir hezimet olmuştu ama anlaşılan oki İntikam soğuk yenen bir yemekmiş: 30 yıl sonra Sony bu defa Blue Ray’i yeni video standardı yapmayı başardı.
Tekrar Dönemin Toplumsal Video manyaklığı hezeyanlarına dönecek olursak; Videolar evlere girdikce her sokakta klüpler açılıyor neredeyse Bakkallar bile film kiralar duruma geliyordu. Sıkıyönetim yüzünden zaten iyice dara düşen Sinema salonu işletmecileri endişeyle yeni gelen bu büyük dalgayı izliyorlardı. Telifin, melifin olmadığı, bandrolün henüz hecelenemediği ilk zamanlarda, potansiyeli farketmiş uyanık bazı Klüp sahipleri korkunç karlar elde ettiler. Alınan bir filmden onlarca kopya çıkarılmasına rağmen yine de bazı filmler için günler öncesinden sıraya girmek gerekiyordu. Sinemalarda dahi en yenisi 3-5 yıllık filmler gösterildiği bir dönemde insanların önüne seyretmedikleri ve hepsi de yeni! Yüzlerce film yığılmıştı ve evinden dışarı çıkmaktan imtina eden halk kıtlıktan çıkarcasına film seyrediyordu. Ev kadınlarının, gençlerin yada biraz geçkince eş bekleyen ablaların en büyük meşgalesi gün boyunca klüpleri gezip 5-6 film kiralama ve bolca kuruyemiş eşliğinde öğle vaktinden şafak sökene kadar bu filmleri izlemek olmuştu. Gençliğinde utana sıkıla “2 film birden” sinemalarına gitmiş Aile babaları ise artık sinemalarda dahi asla göremeyecekleri sert porno filmleri çaylarını içe içe izleme lüksüne kavuşmuşlardı. Ama bu kasetlerin mutlaka iyi bir yerde saklanması gerekirdi ki, sivilceli ergenlerle babalarının CIA hesaplaşmalarını aratmayacak saklama ve bulma ilişkileri de bu döneme rastlar. Babasının betamax pornosunu seyrederken elektrik kesilince ne yapacağını bilemeyen ve kaseti çıkarıp yerine koymanın yollarını ararken terleyen Mcgyver’vari bir gençlik oluşmuştu… Bülent Ersoy gibi dönemin yasaklı sanatcıları ve TRT’nin yüz vermediği Arabeskcilerin filmleri video klüpleri sayesinde kendine büyük bir Pazar bulmuştu öyleki; Arabesk filmleri, 16 mm berbat kameralarla, ışıksız, setsiz ve sıfır bütceyle sadece video piyasası için çekilmeye başlamıştı. Bu sayede daha bir hafta önce kasedi çıkmış cırtlak sesli bir Küçük Emrah klonunun bir ay sonra 3-4 filmini birden videocunuzdan kiralayabiliyordunuz. Video kaset kiraları şimdilerde bulunan zavallı format VCD klüplerinin kiralama ücretlerinden çok daha yüksekti ama halk sesini çıkarmadan çılgınca film kiralamaya devam ediyordu. Tabi bu arada kaçınılmaz sonda giderek yaklaşıyordu ama kiralayanın da, seyredenin de henüz keyfi yerindeydi ve özellikle Video klüpleri bazında kimse yaklaşan tehlikeyi sezememişti.
Video işi 80'lerin ortalarında özellikle klüpler bazında zorlaşmaya başladı. özellikle Uluslar arası dağıtımcılar ve Warner Bros, Universal, Columbia-Tristar ve 80'lerin en nevi şahsına münhasır yapım şirketi olan Cannon gibi film şirketleri, filmlerinin hiçbir telif ödenmeden alınıp çoğaltılarak sunulmasından iyice rahatsız olmaya başlamıştı. Ayrıca bu kocaman pasta onları da iştahlandırıyordu ve Özal hükümetine hızlı bir baskı uygulayarak klüplerin ve dağıtımdaki filmlerin kendi kontrollerine geçmesini sağladılar bu bir anlamda iyi oldu çünkü yasal bir zemini olmaması sebebiyle sermayesiz bir iş olarak kabul edilen Video klüpleri o kadar çoğalmıştı ve kiraladıkları filmlerin kalitesi öylesine düşmüştü ki varolan izleyicinin kaybedilmesi zaten an meselesi idi. Örnek vermek gerekirse, çocukluğumu geçirdiğim, 30.000 Nufuslu bir şehir olan Gölcük’de tam 123 adet video kiralayıcı mevcuttu! dönemin hükümeti çoluk çocuk demeden her yaştan müşteriyi kabul eden ve alenen porno oynatan Video kahveleri yüzünden giderek hızlanan bazı adımlar atmaya başladı ve bu tüm sektör için bir budama faailiyetine dönüştü. Zayıflar birer birer elendi, yasal dağıtımcılardan film temin edebilen daha güçlü klüpler hayatına devam ediyordu ama artan vergi, dağıtım ve dublaj gibi maliyetler sabebiyle kiralama bedelleri aşırı yükselmişti ve artık neredeyse film seyretmekden hem madden hem manen yorulmuş bir alıcı kitle mevcuttu. Gerçi özellikle Warner Bros bu işi çok sıkı tutuyor ve aşırı iyi dublajlarla hazırlanmış çok şık kutuları olan filmleri neredeyse bir fetiş objesine dönüştürerek pazara sunuyordu.
Yüzyılın en orijinal zamanlarından 80'lerin açık ara bayraktarlığını yapacak olan Video furyası ülkemizde biraz ani ve erken bir ölüm yaşadı. Alım gücü sınırlı olan halk, 90'ların başlarında doğan özel TV’lerin aynı filmleri bedava yayınlamaya başlaması ile (özel Televizyonculuğun ilk döneminde, filmler sansürlenmiyor, araya reklam girilmiyor ve erotik filmler gösterilmekden de imtina edilmiyor dolayısiyle şimdilerde olmayan yüksek bir seyir zevki yakalanıyordu.) Video klüplerinden film almayı yavaş yavaş bıraktılar. Zaten klüpler artık sinema sektöründeki dış alımında düzelmesi sebebiyle filmleri çok geç çıkarıyor yada sadece video için çekilen zayıf yapımları sunabiliyorlardı. Televizyon sinemaya yaptığını bu defa Video’ya yapmıştı. Videoların üzerindeki danteller artık sadece toz alırken kaldırılıyor ve evdeki yeni yetmelerin arkadaşlarıyla toplanırken “bi film seyredelim bari” demeleri dışında hatırlanmıyordu. Özel kanallar çoğaldıkca, klüpler kapandı ve 90'ların başından itibaren Video klüpleri Türk halkı için hoş bir anı olarak hatırlanmaya başlandı. Şimdilerde asla o dönemin tadını vermeyen bir DVD ve VCD kiralamacılığı hatta DVD kiralayan otomatlar bile mevcut ama 2000'lerde yaşadığımız onlarcası olmak üzere buda tatsız bir deneyimden öteye geçemiyor.
İster istemez aklımıza kitlesel video manyaklığı! Sırasında yaşadığımız; yasaklandığı için el altından kiraladığımız Evil Dead’ler, günlerce öncesinden ayırttığımız House serileri, Lucio Fulci usta ile ilk karşılaşmalarımızı yaptığımız Zombie filmleri, Yıllar sonra tamamen palavra olduğunu anlayıp yıkıldığımız Pankreas şovları, sinema filmiymiş gibi kiralanan Elm sokağı serisi (80'lerde aynı yıl içinde 15 adet elm sokağı filmi izleyen bünyenin şokunu düşünün!) kasedi geç getirip yediğimiz azarlar, misafirliğe gittiğimizde zorla izlettirilen arabesk furyası zavallıkları, Cilalı İbo’nun asla sinemadaki kadar sevimli olamayan maskaralıkları, her yerden fırlayan Godfrey Ho’nun oynadığı ninja filmleri, Filipinli Rambo replikaları, onlarca enfes çizimli kaset kapağı ve bir dolu hoş hatıra geliyor. Keşke diyor insan, o güzel zamanların bir yerinde asılıp kalmak mümkün olsaydı….
Tekrar sinema salonlarına dönecek ve biraz da bu işin duygusundan bahsedecek olursak, O zamanlar sinemaya gitmek gerçekten tören gibi bir şeydi. Öncelikle Sinemaya baba yada anne ile değil onlardan alınan harçlıkla ve kalabalık bir arkadaş gurubu ile gidilirdi. Salonlar şimdiki gibi alışveriş merkezlerinin içinde değil şehrin mümkün mertebe merkezi yerlerine dağılmış özerk yapılardı. Yerler toz kalkmasın diye mazotlu süpürgelerle silinir bu da sinemanın eskimiş deri koltuklarıyla birleşerek kendine has bir koku oluştururdu. “2 film birden” sinemalarında sigara içmek yasak değildi ama abartıldığı vakit makinist filmi keser ve “hoop film gitmiyo beyler sigarayı söndürelim luytfennn!” diye bağırırdı. Salonlar şimdiki gibi 50-100 kişilik cep sinemaları şeklinde değil, Balkon ve ana bölümden oluşan büyük alanlardı. Kışları odun kömür sobası ile ısıtma sağlanır fakat bu da asla homojen olmaz ve bazen pişerken bazen de soğuktan titrenirdi. Perdeye gelen görüntü ise çizik içinde, soluk ve berbat bir şeydi.
İyi de nesini seviyorduk bu sinemaların? Vahşi bir hayvan mağarasının nesini severse onu… Steril, sentetik AVM Sineması salonlarında hayal kurmak imkansız… Şimdi ki afişler de eskiler kadar iyi değil… Çocukların aklındaki sinemaya gitmekte ki tek amacı ise babalarına Burger King’den yada McDonalds’dan bir oyuncak aldırma bahanesine lastik gibi hamburgerlerden yemek… Kimsenin afişlere bakacak vakti yok… Hayal kurmak artık ne zor Allahım!
Filmler büyülü bir Dünyanın kapısını açıyordu. Sadece bir bilet parasına (kaçak girmişliğim de çoktur) 1.5 saat boyunca genel geçer hayatın tüm sıkıcılığından ve tasasından uzaklaşıyor bir gün Nükleer savaş sonrası kurtulanları verimli topraklara götüren bir silahşör, bir gün babasının intikamını alan genç bir Şaolin rahibi başka bir zamanda Ray Harryhausen‘in stop-motion yaratıklarına karşı savaşan bir mitolojik savaşcı olabiliyordum. Kahramanlarla özdeşleşmek ve onların inanılmaz maceralarını yaşamak başka herşeyin önündeydi.
Aslında o zamanlar izlediğimiz filmler şimdikilere nazaran daha müsamerevari şeylerdi. Dış alım sistemindeki düzensizlikler ve yüksek telif sebebiyle özellikle benim çocukluğuma denk gelen 70'ler sonu 80'ler başı dönemde memleketin tüm sinemalarını ucuz Hong kong dövüş filmleri ile İtalyan Replikaları (Post Apokaliptik, gore, istismar sineması ve erotik filmler) basmıştı. Hong Kong filmlerinin afişleri genelde bizim afişcilerin derlemesiyle oluşturulmuş filmden görüntüler içeren daha az grafiksel işlerdi ama İtalyanların afişlerine bakmaya doyum olmazdı doğrusu. “Newyork 2019¨ “Dünyanın Son savaşcıları” “Amazonlar” “Kıyamet komandoları” nefis çizimlere sahip olağanüstü afişlerdi. Film izlemeye gitmediğim günlerde dahi elimde bir külah dondurma ile Sinema’nın karşısına dikilir saatlerce bu muazzam eserleri inceler dururdum. “Canavarlar Çarpışıyor” adlı bir Godzilla filminin şu an bile çizebileceğim kadar detaylarına hakim olmuştum. Video kaset çılgınlığı sırasında bu afişler az biraz oynanmış halleriyle tekrar karşıma çıktılar ve aynı veled bakışlarımı bu defa kiralamacıların önünde harcadım.
Video Günlerimiz
Video denen çılgın aletle memleket sıkıyönetim günlerinde tanışmıştı. Erken 80'lerde Tek kanallı ve sıkıcı Devlet Televizyonunun yayınladığı naftalin kokulu filmlerden ve dizilerden gına gelmiş halk da doğal olarak bu inanılmaz eğlence vaadine kanıp neredeyse 3-4 maaş toplamına sahip olunabilen Video cihazlarını TV’lerinin altına ve yine üstünde dantel olması şartı ile yerleştirivermişti bile. Bu kadar pahalı olmasına rağmen bu kadar çok kişi tarafından alınmasının en önemli sebebi de, ilan edilmemesine rağmen neredeyse Demirperde ülkelerinden bile daha despot bir anlayışla yönetilen memlekette, sıkıyönetimin de etkisi sebebiyle eğlence namına hiçbir şey kalmamış olmasıydı. O zamanlar Video dediğimiz teknoloji harikası! Cihazlar inanılmaz bir statü sembolü idi. Tıpkı Televizyonların ilk görüldüğü zamanlardaki gibi Video’su olan ailelerin itibarı artıyor, misafirleri eksik olmuyor, dolayısiyle havalarından da geçilmiyordu. Video’su olanlar kendi arasında ikiye ayrılmıştı; kaydedicili videosu olanlar ve player sahibi olanlar. Hepsinin değilse de bir kısmının birde yardımcı cihazı oluyordu; Betamax yada VHS kasetleri geri sarmak için kullanılan garip alet! video da geri sarmayın video bozulur derlerdi. Video kaset kiralayan yerlerde bunlardan 3-4 tane olurdu. kaseti teslim edince hemen geri sararlardı.
Betamax, 80'lerde Walkman ile inanılmaz satış rakamları yakalayarak şımarmış Sony için tam bir hezimet olmuştu ama anlaşılan oki İntikam soğuk yenen bir yemekmiş: 30 yıl sonra Sony bu defa Blue Ray’i yeni video standardı yapmayı başardı.
Tekrar Dönemin Toplumsal Video manyaklığı hezeyanlarına dönecek olursak; Videolar evlere girdikce her sokakta klüpler açılıyor neredeyse Bakkallar bile film kiralar duruma geliyordu. Sıkıyönetim yüzünden zaten iyice dara düşen Sinema salonu işletmecileri endişeyle yeni gelen bu büyük dalgayı izliyorlardı. Telifin, melifin olmadığı, bandrolün henüz hecelenemediği ilk zamanlarda, potansiyeli farketmiş uyanık bazı Klüp sahipleri korkunç karlar elde ettiler. Alınan bir filmden onlarca kopya çıkarılmasına rağmen yine de bazı filmler için günler öncesinden sıraya girmek gerekiyordu. Sinemalarda dahi en yenisi 3-5 yıllık filmler gösterildiği bir dönemde insanların önüne seyretmedikleri ve hepsi de yeni! Yüzlerce film yığılmıştı ve evinden dışarı çıkmaktan imtina eden halk kıtlıktan çıkarcasına film seyrediyordu. Ev kadınlarının, gençlerin yada biraz geçkince eş bekleyen ablaların en büyük meşgalesi gün boyunca klüpleri gezip 5-6 film kiralama ve bolca kuruyemiş eşliğinde öğle vaktinden şafak sökene kadar bu filmleri izlemek olmuştu. Gençliğinde utana sıkıla “2 film birden” sinemalarına gitmiş Aile babaları ise artık sinemalarda dahi asla göremeyecekleri sert porno filmleri çaylarını içe içe izleme lüksüne kavuşmuşlardı. Ama bu kasetlerin mutlaka iyi bir yerde saklanması gerekirdi ki, sivilceli ergenlerle babalarının CIA hesaplaşmalarını aratmayacak saklama ve bulma ilişkileri de bu döneme rastlar. Babasının betamax pornosunu seyrederken elektrik kesilince ne yapacağını bilemeyen ve kaseti çıkarıp yerine koymanın yollarını ararken terleyen Mcgyver’vari bir gençlik oluşmuştu… Bülent Ersoy gibi dönemin yasaklı sanatcıları ve TRT’nin yüz vermediği Arabeskcilerin filmleri video klüpleri sayesinde kendine büyük bir Pazar bulmuştu öyleki; Arabesk filmleri, 16 mm berbat kameralarla, ışıksız, setsiz ve sıfır bütceyle sadece video piyasası için çekilmeye başlamıştı. Bu sayede daha bir hafta önce kasedi çıkmış cırtlak sesli bir Küçük Emrah klonunun bir ay sonra 3-4 filmini birden videocunuzdan kiralayabiliyordunuz. Video kaset kiraları şimdilerde bulunan zavallı format VCD klüplerinin kiralama ücretlerinden çok daha yüksekti ama halk sesini çıkarmadan çılgınca film kiralamaya devam ediyordu. Tabi bu arada kaçınılmaz sonda giderek yaklaşıyordu ama kiralayanın da, seyredenin de henüz keyfi yerindeydi ve özellikle Video klüpleri bazında kimse yaklaşan tehlikeyi sezememişti.
Video işi 80'lerin ortalarında özellikle klüpler bazında zorlaşmaya başladı. özellikle Uluslar arası dağıtımcılar ve Warner Bros, Universal, Columbia-Tristar ve 80'lerin en nevi şahsına münhasır yapım şirketi olan Cannon gibi film şirketleri, filmlerinin hiçbir telif ödenmeden alınıp çoğaltılarak sunulmasından iyice rahatsız olmaya başlamıştı. Ayrıca bu kocaman pasta onları da iştahlandırıyordu ve Özal hükümetine hızlı bir baskı uygulayarak klüplerin ve dağıtımdaki filmlerin kendi kontrollerine geçmesini sağladılar bu bir anlamda iyi oldu çünkü yasal bir zemini olmaması sebebiyle sermayesiz bir iş olarak kabul edilen Video klüpleri o kadar çoğalmıştı ve kiraladıkları filmlerin kalitesi öylesine düşmüştü ki varolan izleyicinin kaybedilmesi zaten an meselesi idi. Örnek vermek gerekirse, çocukluğumu geçirdiğim, 30.000 Nufuslu bir şehir olan Gölcük’de tam 123 adet video kiralayıcı mevcuttu! dönemin hükümeti çoluk çocuk demeden her yaştan müşteriyi kabul eden ve alenen porno oynatan Video kahveleri yüzünden giderek hızlanan bazı adımlar atmaya başladı ve bu tüm sektör için bir budama faailiyetine dönüştü. Zayıflar birer birer elendi, yasal dağıtımcılardan film temin edebilen daha güçlü klüpler hayatına devam ediyordu ama artan vergi, dağıtım ve dublaj gibi maliyetler sabebiyle kiralama bedelleri aşırı yükselmişti ve artık neredeyse film seyretmekden hem madden hem manen yorulmuş bir alıcı kitle mevcuttu. Gerçi özellikle Warner Bros bu işi çok sıkı tutuyor ve aşırı iyi dublajlarla hazırlanmış çok şık kutuları olan filmleri neredeyse bir fetiş objesine dönüştürerek pazara sunuyordu.
Yüzyılın en orijinal zamanlarından 80'lerin açık ara bayraktarlığını yapacak olan Video furyası ülkemizde biraz ani ve erken bir ölüm yaşadı. Alım gücü sınırlı olan halk, 90'ların başlarında doğan özel TV’lerin aynı filmleri bedava yayınlamaya başlaması ile (özel Televizyonculuğun ilk döneminde, filmler sansürlenmiyor, araya reklam girilmiyor ve erotik filmler gösterilmekden de imtina edilmiyor dolayısiyle şimdilerde olmayan yüksek bir seyir zevki yakalanıyordu.) Video klüplerinden film almayı yavaş yavaş bıraktılar. Zaten klüpler artık sinema sektöründeki dış alımında düzelmesi sebebiyle filmleri çok geç çıkarıyor yada sadece video için çekilen zayıf yapımları sunabiliyorlardı. Televizyon sinemaya yaptığını bu defa Video’ya yapmıştı. Videoların üzerindeki danteller artık sadece toz alırken kaldırılıyor ve evdeki yeni yetmelerin arkadaşlarıyla toplanırken “bi film seyredelim bari” demeleri dışında hatırlanmıyordu. Özel kanallar çoğaldıkca, klüpler kapandı ve 90'ların başından itibaren Video klüpleri Türk halkı için hoş bir anı olarak hatırlanmaya başlandı. Şimdilerde asla o dönemin tadını vermeyen bir DVD ve VCD kiralamacılığı hatta DVD kiralayan otomatlar bile mevcut ama 2000'lerde yaşadığımız onlarcası olmak üzere buda tatsız bir deneyimden öteye geçemiyor.
İster istemez aklımıza kitlesel video manyaklığı! Sırasında yaşadığımız; yasaklandığı için el altından kiraladığımız Evil Dead’ler, günlerce öncesinden ayırttığımız House serileri, Lucio Fulci usta ile ilk karşılaşmalarımızı yaptığımız Zombie filmleri, Yıllar sonra tamamen palavra olduğunu anlayıp yıkıldığımız Pankreas şovları, sinema filmiymiş gibi kiralanan Elm sokağı serisi (80'lerde aynı yıl içinde 15 adet elm sokağı filmi izleyen bünyenin şokunu düşünün!) kasedi geç getirip yediğimiz azarlar, misafirliğe gittiğimizde zorla izlettirilen arabesk furyası zavallıkları, Cilalı İbo’nun asla sinemadaki kadar sevimli olamayan maskaralıkları, her yerden fırlayan Godfrey Ho’nun oynadığı ninja filmleri, Filipinli Rambo replikaları, onlarca enfes çizimli kaset kapağı ve bir dolu hoş hatıra geliyor. Keşke diyor insan, o güzel zamanların bir yerinde asılıp kalmak mümkün olsaydı….
Tekrar sinema salonlarına dönecek ve biraz da bu işin duygusundan bahsedecek olursak, O zamanlar sinemaya gitmek gerçekten tören gibi bir şeydi. Öncelikle Sinemaya baba yada anne ile değil onlardan alınan harçlıkla ve kalabalık bir arkadaş gurubu ile gidilirdi. Salonlar şimdiki gibi alışveriş merkezlerinin içinde değil şehrin mümkün mertebe merkezi yerlerine dağılmış özerk yapılardı. Yerler toz kalkmasın diye mazotlu süpürgelerle silinir bu da sinemanın eskimiş deri koltuklarıyla birleşerek kendine has bir koku oluştururdu. “2 film birden” sinemalarında sigara içmek yasak değildi ama abartıldığı vakit makinist filmi keser ve “hoop film gitmiyo beyler sigarayı söndürelim luytfennn!” diye bağırırdı. Salonlar şimdiki gibi 50-100 kişilik cep sinemaları şeklinde değil, Balkon ve ana bölümden oluşan büyük alanlardı. Kışları odun kömür sobası ile ısıtma sağlanır fakat bu da asla homojen olmaz ve bazen pişerken bazen de soğuktan titrenirdi. Perdeye gelen görüntü ise çizik içinde, soluk ve berbat bir şeydi.
İyi de nesini seviyorduk bu sinemaların? Vahşi bir hayvan mağarasının nesini severse onu… Steril, sentetik AVM Sineması salonlarında hayal kurmak imkansız… Şimdi ki afişler de eskiler kadar iyi değil… Çocukların aklındaki sinemaya gitmekte ki tek amacı ise babalarına Burger King’den yada McDonalds’dan bir oyuncak aldırma bahanesine lastik gibi hamburgerlerden yemek… Kimsenin afişlere bakacak vakti yok… Hayal kurmak artık ne zor Allahım!
16 Ağustos 2012 Perşembe
Özel Numara
İşten yorgun argın döndüğüm bir akşam. Her akşam olduğu gibi kapıyı yine
kendim açıyorum. (Oglum tek başına kaldığın evde başka ne türlü olacak
diye kendime sorsam da, bu durum beni üzmüyor değil.) Yorgunluğumu çay
içip o gün iş yerinde arkadaştan aldığım filmi izleyerek atma planları
yapıyorum. Zaten benim gibi bir asosyalin bu şehirde yalnız başına
yapabileceği pek fazla bir şey de yok. Üstelik dışarıda bardaktan
boşanırcasına yağmur yağarken dışarıda takılmak da neymiş? Vakit
kaybetmeden usb mi bilgisayara takıp kopyalama işlemini başlatıyorum.
Niyetim üzerimdeki ıslak elbiselerimi değiştirirken kopyalamayı halledip
vakit kaybetmemek. (Sanki yapacak başka işlerim var da filmden sonra.
)5 dakika kaldı, 2 dakika kaldı, 55 saniye, veeee bitti işte.
Ama o da nesi! Filmin formatıyla benim player uyuşmuyormuş! Of Allah’ım beni mi sınıyorsun? İşin yoksa şimdi bi de dosyanın formatını değiştirmekle uğraş.. ( Evet.. İşim yok..) Çaresiz dönüştürme işlemini başlatıyorum. Nerdeydi bu converter, hah, tamam. Bu nedir yaa. Kalan süre 1 saat bilmem kaç dakka.. Ne yapalım.. Kapat ışığı, ver müziği, uzan yatağa..
Gözlerim hafif karıncalanmış tavana bakıyor, slow müzik arkada.. Uykuya dalmam inşallah böyle diye düşünürken birden tavanda bi ışık beliriyor ve yanıp sönmeye başlıyor. Bu ne lan diye hafiften tırsarak doğrulduğumda, şarja koyduğum telefonumun çaldığını, ışığının da tavana yansıdığını fark ediyorum. Arayan: özel numara. Yahu zaten çok aranan bi adam değilim, özel numara ne ya? Hayır, ismi de bi acayip. Bazı telefonlarda “numara yok” yazarken böyle bu durumda, benim telefonda neden özel numara yazar onu da hiç anlamış değilim. Arayan vazgeçmeden açmam gerektiğini düşünüp, açıyorum..
-Alo?
-…
-Aloo?
-…
İlginç.. Hem özel numara, hem de konuşmuyor. Acaip bi nefes sesi, bi süre sonra da çat, dııt dııt dııt.. Hayır konuşmayacan madem, ne diye arayıp beni sıcak yatağımdan kaldırıyorsun..? Bari ayağa kalkmışken bi sigara yakayım. Nerdeydi ya bu paket.. Burda değil, bu cepte de değil.. Tövbe etağfurullah. Her seferinde en son baktığım cepten çıkmak zorundasın değil mi? En azından işten geldim geleli paketi hiç çıkarmadığım için, sigaranın ceketin içinde olduğundan emin olarak aramak iyi yine, sonuçta buluyorum. Bazen evde kafam dalgınken öyle yerlere koyuyorum ki mereti, aramaktansa beş kat aşağı inip marketten almak daha kolay oluyor..
Tekrar yatağıma oturup ayaklarımı uzatmak üzereyken, yine çalan bir telefon, yine özel numara. Aynı şeyi yaşayacağımı bilerek açıyorum yine.
-Alo?
-…
-Alooooo!
-…
İçimden “Acaba?..” diye geçirmeden edemiyorum ama bunun kaçıncı acaba olduğunu düşünmeden de edemiyorum. İnsanın içini gıcıklayan garip bi şüphe işte. Ve telefon yine yüzüme kapanıyor. Az önce arayanın yanlış numarayı aramış olabileceği bir ihtimalken, ikinci kez aranmak bu ihtimali baya bi düşürdü. Vakti olup da beni işletecek arkadaş da yok diye biliyorum. Ve evet.. Yine arıyor işte..
-Alo?
- (Göksel söylüyor)
“Bir masalmış geçen yıllar
Kaç yaprak var elimizde
Aşk bir rüyaymış uyandık
Adı kaldı dilimizde..”
Handsfree ye alıp tekrar kapanana kadar dinliyorum. Ama hiç şüphem yok artık. Acaba bile demiyorum bu sefer. Arayan sensin işte. Aradan geçen altı seneye rağmen, arayan eminim sensin. Unutamadın değil mi? Araya koyduğun uzun yollar, başka insanlar, onca zaman unutturamadı beni.. Nasıl unutabilirsin ki? Böyle bir ihtimal yok. Tıpkı benim de seni unutma ihtimalimin olmadığı gibi. Bazı insanlar çok kolay unutup devam ederken, biz neden unutamıyoruz sence, hiç düşündün mü? Ben bu sorunun cevabını tahmin edemeyeceğin kadar çok düşündüm. Kolay olmadı canım ama, yine de benim zekamdan kurtulamadı bu soru, buldum cevabı: Biz birbirimiz için “ilk” tik..
İlk başta ne yani, bu mu cevap şimdi diyeceksin ama açıklamama izin ver. Her insanın hayatında bi ilki vardır tabi ama, aynı anda iki tarafın da birbiri için “ilk” olması az rastlanan bi olay. Her insanın eline geçmeyecek bi fırsat. Evliliğin aşkı öldüremeyeceği bir durum.. Neden az rastlandığına gelirsek, şimdi bi düşün. Bu saatten sonra hayatına gireceğim bi kız için ben ilk olsam bile, o benim için ilk olmayacak. Aynı zamanda o kızın da hayatında böyle bi şansı yakalamasının önüne geçmiş olacağım. Bu şekilde birçok insan bu müthiş fırsatı, gerçek aşkı, daha yakalayamadan kaybediyor güzelim.
İşte canım, bu yüzden unutamıyoruz. Tutmaya kıyamadığım kadife tenli soğuk ellerini, önüne düşen saçlarının arkasından bana bakan buğulu gözlerini, kokunu, kahkahanı ben nasıl unutmadıysam, unutmayacaksam, sen de beni unutamadın. Yıllar sonra bile ufacık bi sesimi duymak için beni arıyorsun işte. Ya ben ne yapayım? Benim yüzümden numaranı bile değiştirdin yıllar önce. Bari bikaç kelam etsen, en azından yanlış numarayı aramışım, kusura bakmayın desen? Söz bozmayacağım oyununu, sen olduğunu bilsem bile. İnan o bana bi altı sene daha gider be. Ve yine çalıyor telefonum. Lütfen konuşsun bu sefer Allah’ım.. Ellerim neden terliyor ya..
-Alo?
-Alow.. (Erkek lan bu!) Benim la şerefsiz, Erhan, hah hah hah.. gıyk, gıyk gıyk.. Kimin aradığını düşündüydün? Ne hayaller kurduydun? Hah hah hayt.. gıykh gıyk.. Yedin de mi la? Doooru soyle amma..
-… (Hafif bi yutkunma..) Yok olum ne yiycem.. Hayır yanımda kız arkadaş da vardı o da yanlış anladı. Napıyon nassın? Hayırdır bunca zaman sonra?
-Kız mı vardı yanında, la olum yürü git. Vallaha mı? Ver telefona mınagoyim inanmam sana..
-Tartıştık gitti olum. Kırk yılın başı eve geldi, o da senin şakaya denk geldi be..
-La olum ne biliyim ben.. Hah ha ha.. gıyk gıyk.. Neyse olum kusura bakma. Nöörüyon nassın şerefsiz?
-Ne olsun, iş, okul, ev arasında yaşıyoz. Sen nasılsın?
-İyi iyi.. Bak hele ne diyecem.. Sen internet sitesi tasarlama işinden anlıyordun dee mi? Ya ben de bi site yapmaya çalışıyom…. bla bla bla.. …..takıldım …. flaşı koda yazarken… mınagoyim …bla bla bla.. Nası etcez de bakalım?
-….
-….
-….
-Eywallah abi ya, çok yardımcı oldun.. Neyse.. Ben biraz daha uğraşiyim ararım gene.. Var mı bi isteğin buralardan?
-…
Az önce ettiğim dua kabul oldu olmasına da, o kadar dua arasından neden bu ya? Slow parçalar bitmiş, hareketli parçalara geçmiş bilgisayar.. Hayır ne ara gittim çay suyu koydum ben yahu? Filmin format dönüştürme olayı da bitmiş. Bi sigara daha yakıp filme başlamalıyım.. Evet evet, en iyisi bu. Paket nerde lan?...
Ama o da nesi! Filmin formatıyla benim player uyuşmuyormuş! Of Allah’ım beni mi sınıyorsun? İşin yoksa şimdi bi de dosyanın formatını değiştirmekle uğraş.. ( Evet.. İşim yok..) Çaresiz dönüştürme işlemini başlatıyorum. Nerdeydi bu converter, hah, tamam. Bu nedir yaa. Kalan süre 1 saat bilmem kaç dakka.. Ne yapalım.. Kapat ışığı, ver müziği, uzan yatağa..
Gözlerim hafif karıncalanmış tavana bakıyor, slow müzik arkada.. Uykuya dalmam inşallah böyle diye düşünürken birden tavanda bi ışık beliriyor ve yanıp sönmeye başlıyor. Bu ne lan diye hafiften tırsarak doğrulduğumda, şarja koyduğum telefonumun çaldığını, ışığının da tavana yansıdığını fark ediyorum. Arayan: özel numara. Yahu zaten çok aranan bi adam değilim, özel numara ne ya? Hayır, ismi de bi acayip. Bazı telefonlarda “numara yok” yazarken böyle bu durumda, benim telefonda neden özel numara yazar onu da hiç anlamış değilim. Arayan vazgeçmeden açmam gerektiğini düşünüp, açıyorum..
-Alo?
-…
-Aloo?
-…
İlginç.. Hem özel numara, hem de konuşmuyor. Acaip bi nefes sesi, bi süre sonra da çat, dııt dııt dııt.. Hayır konuşmayacan madem, ne diye arayıp beni sıcak yatağımdan kaldırıyorsun..? Bari ayağa kalkmışken bi sigara yakayım. Nerdeydi ya bu paket.. Burda değil, bu cepte de değil.. Tövbe etağfurullah. Her seferinde en son baktığım cepten çıkmak zorundasın değil mi? En azından işten geldim geleli paketi hiç çıkarmadığım için, sigaranın ceketin içinde olduğundan emin olarak aramak iyi yine, sonuçta buluyorum. Bazen evde kafam dalgınken öyle yerlere koyuyorum ki mereti, aramaktansa beş kat aşağı inip marketten almak daha kolay oluyor..
Tekrar yatağıma oturup ayaklarımı uzatmak üzereyken, yine çalan bir telefon, yine özel numara. Aynı şeyi yaşayacağımı bilerek açıyorum yine.
-Alo?
-…
-Alooooo!
-…
İçimden “Acaba?..” diye geçirmeden edemiyorum ama bunun kaçıncı acaba olduğunu düşünmeden de edemiyorum. İnsanın içini gıcıklayan garip bi şüphe işte. Ve telefon yine yüzüme kapanıyor. Az önce arayanın yanlış numarayı aramış olabileceği bir ihtimalken, ikinci kez aranmak bu ihtimali baya bi düşürdü. Vakti olup da beni işletecek arkadaş da yok diye biliyorum. Ve evet.. Yine arıyor işte..
-Alo?
- (Göksel söylüyor)
“Bir masalmış geçen yıllar
Kaç yaprak var elimizde
Aşk bir rüyaymış uyandık
Adı kaldı dilimizde..”
Handsfree ye alıp tekrar kapanana kadar dinliyorum. Ama hiç şüphem yok artık. Acaba bile demiyorum bu sefer. Arayan sensin işte. Aradan geçen altı seneye rağmen, arayan eminim sensin. Unutamadın değil mi? Araya koyduğun uzun yollar, başka insanlar, onca zaman unutturamadı beni.. Nasıl unutabilirsin ki? Böyle bir ihtimal yok. Tıpkı benim de seni unutma ihtimalimin olmadığı gibi. Bazı insanlar çok kolay unutup devam ederken, biz neden unutamıyoruz sence, hiç düşündün mü? Ben bu sorunun cevabını tahmin edemeyeceğin kadar çok düşündüm. Kolay olmadı canım ama, yine de benim zekamdan kurtulamadı bu soru, buldum cevabı: Biz birbirimiz için “ilk” tik..
İlk başta ne yani, bu mu cevap şimdi diyeceksin ama açıklamama izin ver. Her insanın hayatında bi ilki vardır tabi ama, aynı anda iki tarafın da birbiri için “ilk” olması az rastlanan bi olay. Her insanın eline geçmeyecek bi fırsat. Evliliğin aşkı öldüremeyeceği bir durum.. Neden az rastlandığına gelirsek, şimdi bi düşün. Bu saatten sonra hayatına gireceğim bi kız için ben ilk olsam bile, o benim için ilk olmayacak. Aynı zamanda o kızın da hayatında böyle bi şansı yakalamasının önüne geçmiş olacağım. Bu şekilde birçok insan bu müthiş fırsatı, gerçek aşkı, daha yakalayamadan kaybediyor güzelim.
İşte canım, bu yüzden unutamıyoruz. Tutmaya kıyamadığım kadife tenli soğuk ellerini, önüne düşen saçlarının arkasından bana bakan buğulu gözlerini, kokunu, kahkahanı ben nasıl unutmadıysam, unutmayacaksam, sen de beni unutamadın. Yıllar sonra bile ufacık bi sesimi duymak için beni arıyorsun işte. Ya ben ne yapayım? Benim yüzümden numaranı bile değiştirdin yıllar önce. Bari bikaç kelam etsen, en azından yanlış numarayı aramışım, kusura bakmayın desen? Söz bozmayacağım oyununu, sen olduğunu bilsem bile. İnan o bana bi altı sene daha gider be. Ve yine çalıyor telefonum. Lütfen konuşsun bu sefer Allah’ım.. Ellerim neden terliyor ya..
-Alo?
-Alow.. (Erkek lan bu!) Benim la şerefsiz, Erhan, hah hah hah.. gıyk, gıyk gıyk.. Kimin aradığını düşündüydün? Ne hayaller kurduydun? Hah hah hayt.. gıykh gıyk.. Yedin de mi la? Doooru soyle amma..
-… (Hafif bi yutkunma..) Yok olum ne yiycem.. Hayır yanımda kız arkadaş da vardı o da yanlış anladı. Napıyon nassın? Hayırdır bunca zaman sonra?
-Kız mı vardı yanında, la olum yürü git. Vallaha mı? Ver telefona mınagoyim inanmam sana..
-Tartıştık gitti olum. Kırk yılın başı eve geldi, o da senin şakaya denk geldi be..
-La olum ne biliyim ben.. Hah ha ha.. gıyk gıyk.. Neyse olum kusura bakma. Nöörüyon nassın şerefsiz?
-Ne olsun, iş, okul, ev arasında yaşıyoz. Sen nasılsın?
-İyi iyi.. Bak hele ne diyecem.. Sen internet sitesi tasarlama işinden anlıyordun dee mi? Ya ben de bi site yapmaya çalışıyom…. bla bla bla.. …..takıldım …. flaşı koda yazarken… mınagoyim …bla bla bla.. Nası etcez de bakalım?
-….
-….
-….
-Eywallah abi ya, çok yardımcı oldun.. Neyse.. Ben biraz daha uğraşiyim ararım gene.. Var mı bi isteğin buralardan?
-…
Az önce ettiğim dua kabul oldu olmasına da, o kadar dua arasından neden bu ya? Slow parçalar bitmiş, hareketli parçalara geçmiş bilgisayar.. Hayır ne ara gittim çay suyu koydum ben yahu? Filmin format dönüştürme olayı da bitmiş. Bi sigara daha yakıp filme başlamalıyım.. Evet evet, en iyisi bu. Paket nerde lan?...
14 Ağustos 2012 Salı
Ateşli Komşu ve Bir Ergen'in Anıları
Aylardan Kasım yada Aralık Sonbahar-kış arası bi dönem hava geceleri
berbat soğuk gündüzleri güneş var ama ısıtmıyor .Ağaçlarda yaprak diye
bir şey kalmamış hava akşam 5.30 da kararıyor anladınız artık. Bir yıl
önce lise yi bitirdim fakat babam dershaneye göndermeyince bende rest
çekip öss ye girmiyorum o zaman falan dedim zira puan yapamazdım
.Girmemiştim de Öss ye. Babam ben tam liseyi bitirdiğimde Arabistan’a
çalışmaya gitti. Orda tanıdığı fln var önceden de çalışmıştı bende orda
doğmuşum zaten annemi falanda götürmüş dedemi fln. Baktı olacak gibi
değil Arabistan’a gitmeden beni dershaneye yazdırdı. Okulların
açılmasına yakın dershane başladı ve ben evle dershane arasında mekik
dokuyordum. Çalışıyor muydun dediğinizi duyar gibiyim “hayır” kızlar la
muhabbet gırgır şamata falan baya zevkliydi. Parada var kafama göre
geziyor tozuyor eve istediğim vakit giriyor kafama göre yaşıyordum.
Özetle her şey süperdi.
Yaşım 17-18 o yıllarda toyum. Kızlarla konuşurdum fln ama en fazla dudaktan 1 sn öpmüşlüğüm var o yaşıma kadar bütün tecrübe bu. yani zannetmeyin bu piç kızları götürüyordur falan diye yok ole bir şey olmayacakta baştan solim. O zamanlar bizim oralarda doğalgaz fln yok kömür sobası revaçta(8 yıl öncesi). Akşamları en sevdiğim zamanlardı kışları. Soba sıcacık yanar tv de bi film bulur annem ve kardeşlerimle izlerdik.
Bir apartmanda oturuyorduk 4. Katta.Bir alt katımızdakiler taşındı yerine ilginç bir aile geldi. Evli bir çift, kadının annesi ve her sabah adamı Hacı Muratla almaya gelen şöförü. Adamın hacı muratı vardı ama şöförüde vardı bilmiyorum zevk heralde. Kurtlar Vadisinde de bole biri vardı sanırım şahine binen onun gibi Zaza. Ama beyler bu adamın eşi öyle güzel öyle güzel bir kadındı ki anlatamam. 1..70 boy, 50-60 arası bi kilo sarışın.Kendine çok iyi bakan bomba bi hatun. Parfümü apartmanı öyle bi kokuturdu ki çatı katında mastürbasyon yapmak gelirdi içimden o kadar beni etkileyen bi hatun.Tabi ergenlik çağının vermiş olduğu bi ateşde var o zamanlar.Buraları geçecem bu aileyle 2 yılda tanıştık samimi olduk fln. Şükriye hatunun ismi o zamanlar 30 unda fln tam yaşını hiç öğrenemedim ama annemin yaptığı yaş tahminine güvenirim. Bir olaylar olmuş bu adam bir gece gider ve birdaha gelmez.Anasıyla kızı kalır evde tek başlarına ama Allahtan adam bunlara evi bırakır sonradan öğrendiğimiz kadarıyla bunların resmi nikahı yokmuş adamın başka karısı fln varmış.Bir aralar bu evi bastılar zaten silahla fln. İşte hikaye burda başlıyor gençler. Peçeteleri hazırlayın Artık bu kış akşamlarında neredeyse her akşam iki misafirimiz daha vardı Şükriye(ahhhhhh ahhh) ve annesi(anneside psikopatın önde gideniydi silah fln vardı bunda milli maçta kazansak çıkarır silahı 3. Kattan ateşlerdi manyak karı). Hasılı vel kelam biz Şükriye ve annesiyle iyice samimi olduk ben daha çok şükriyeyle tabi.
Şükriye diyorum burda ama o zamanlar abla çekiyorum aramızda en az 12 yaş var.Şükriye nasıl rahat bir tip görmeniz lazım. Muhabbeti daima +18. Anlattığı fıkraları annemle kardeşim duyunca kıpkırmızı kesilir bu karı kahkahayı basardı. Hiç unutmam bir keresinde ailecek oturuyoruz yine annem kardeşlerim o ve annesi.Ortaya şöle bir soru attı. “ anne açar baba sokar”? Herkes dumur olmuş ne diyeceğini şaşırır bu cevabı verir basardı kahkahayı . Bole değişik bir tipti. Beyler size giynişinden bahsedecem. Bu yavru bize her geldiğinde tayt giyer üzerinede ince dekolte bi t-shirt ceker gelirdi. Bu tayt bazen yeşil bazen gri bazende kırmızı olurdu. Ve oyle bir otururdu evdeki sadece o görüntü bile beni uçurur erotizmin pornonun hayal alemine sokar birinin ali demesiyle yada başka bi şeyle geri gelirdim. Bu yazıyı yazarken bile bir hoş oldum. Bir gün cep telefon numarasını aldım yada o bnmkini aldı emin değilim. Arasıra mesajlar atıyor Bayram seyranda ama zaten sürekli bizde bu hatun. Yine böyle kış gününün birinde Şükriye ve annesi bizdeler . ve Şükriye yine o harika müthiş beline kadar vücudunun her hattını ortaya çıkaran o kıpkırmızı taytını giymiş müthiş bir parfüm kokusuyla bize geldi. Bu konuşurken gülerken fln tam bi abaza olarak çaktırmadan bunu kesiyorum ama saliseler içinde tabi. birşeyler anlatsada herkes şükriyeye baksa diye içimden geçiriyorum rahat rahat orasına burasına bakabilcem ya . Arkadaşlar memeler kalça fln 4- 4 lük o kadar solim. Bu bazen yere oturur ayaklarınıda kalçalarına çekerdi dizleri başının altına gelirdi ole bişe . o zaman ölürdüm bacak arasına bakmak için o derece azdırırdı tam 3 ay bu kadını düşünerek banyoda kahır çektim öyle yani o kadar azdırırdı beni ve bir o kadar da ulaşılmazdı bnm için. O akşam da ben bu duygular ve bu abazalık halindeydim. Kimi tv izliyor kimi dedikodu yapıyo fln ole vakit geçiyordu. Derken cep telefonuma bir mesaj geldi.- naber? Gönderen:Şükriye
Şaşırmıştım 1 metre yanımda oturan kadın üstelik yarım saat önce bu muhabbetti yaptığım aşk tanrıçam neden böyle bir şey yapma gereksinimi duymuştu anlam veremedim.-ii senden fln derken bole muhabbet ettik. bana çok yorulduğunu solemişti hastanede danışmada görevliydi sanırım ole bişe.
Bu mesajı atınca yaklaşık 1 dk fln cevap yazmadım tvde sanki bir şey çok dikkatimi çekmiş numarısı yapıyordum. Aklımdan geçen ise bir alt katın bomboş ve aşkımın yorgun olmasıydı. Ne yapıp edip ona masaj yapmayı teklif etmeliydim ama nasıl? Ne cevap verecekti hadi olumlu dedi nasıl olacaktı. Aynı anda nasıl bomboş daireye gececez? kıllanır millet. İşin aslı ben bundan daha çok nasıl bu teklifi yapacam bunu düşünüyordum nasıl bi heyecan yaptım bole unutamam hala. Ama aklımda bişeler kurguladım ve buna o mesajı gönderdim. Hala inanamam zaten nasıl bole bir şey yapabildim. Aşk tanrıçam nedese beğenirsiniz. Bırakın onla yatmayı öpmeyi fln ona değmenin düşüncesi bile kalbimi yerinden fırlatacak gibiyken ne dedi biliyormusunuz?- tamam .. Bu cevabı beklemiyordum bir bahane bulacağını düşünüyordum nasıl olacak saçmalama annem burda fln ole bi bahane bekliyordum ama o tamam dedi. İyice Yusuf Yusuf olmuştum kabul etmişti. Nasıl olacak peki dedi. Ben şimdi onlara bakkala gideceğimi söyleyeceğim sende benden 5 - 10 dk sonra telefon görüşmesi yapacağını sole eve gir bana mesaj at bende geleyim dedim. Buraya kadar herşey kusursuz şekilde çalışmıştı. Kapıyı çaldığımda açması hala gözlerimin önünde.
Gel dedi, odaya geçtik. Kanepeye oturdum uzan dedim yüzüstü uzandı ayakları dizlerimin biraz daha yukarısında başının altında pembe bir yastık yüzünde mükemmel bir tebessümle uzanmış ayağının biri benim ufaklığa yapışık halde bekliyor. O mükemmel kalçaları beyaz t-shirtünün altında rengi belli olan siyah sütyeni, iççamaşırının taytta ki izleri herşey gözümün önünde ellerim bunun bacaklarında, aşkımın bir ayağı bnm şeyime değiyor. o an öleceğimi fln düşündüm ya da bunun bir hayal olduğunu düşündüm ama değildi .Hatun ellerimin altındaydı istediğim her yerine doyasıya bakabiliyor ayrıca ayağını oramda hissetmem bana apayrı bir zevk veriyor değişik şeyler düşündürttürüyordu. Ayak parmaklarından masaja başladım.Kırmızı ojeliydi parmakları. Değiyordum sıcacıktı bana bırakmıştı kendini. Bana sorular soruyor aklımda kalan tek sorusu şuydu: Sevgilin var mı? Ayrıldık demiştim. Uzun bi muhabbet dönmüştü ama inanın hatırlamıyorum bole yarı erotik bi konuşmaydı. Mesela ben ona teninin rengini sormuştum çok salakça ama ergenim ve aklımda gitmişti, sormuştum bilmem demişti. O an böyle yavaşça üzerine uzanıp kalçalarına değdirmek sonrada dudaklarına yapışmak geçiyordu aklımdan sürekli, ama yapamıyordum. Ayaklarından bacaklarına geçmiştim kalçalara doğru yaklaştım ama dokunamadım hiç oraya sonra hemen belinin üstüne doğru sırtına masaja geçtim ordan omuzlarına sonra bu kalçalara değmem gerek demiştim içimden ve tekrar aşağıya indim artık dayanamıyordum ne olacaksa olsun dedim ve kalçalarına masaj yapmaya başladım sıkıyordum kalçalarını yumuşacıktı istediğim gibi sıkıyor sonra bırakıyordum. Sonra hafif hafif karatecilerin mermer kıracağı zamanki gibi elimi yamultup vurmaya başladım ki masaj yapıyorum ya sapık gibi sıkıp duramazdım. O kalçanın dalgalanışı hala gözümün önünde. Ben artık o vakitten sonra kendimde değildim bir şeyler yapmalıydım ama bilmiyordum hayatımda boyle bir şey hiç yaşamadım kesinlikle ne yapmam gerektiği konusunda aklımda en ufak bir fikir yoktu sadece kalp atışlarımın artmış olduğunu ve sağlıklı düşünemediğimi hatırlıyorum. Ne yapmalıyım ne yapayım gibisinden sorularla beynimin çalışma kapasitesini ibrenin sonuna dayamış halde MAL ÖTESİ, AJDAR MANTIĞI VE SABRİ ENERJİsi bi hareketleeeee arkadaşlar, elimi aşkımın bacak arasına attım.Evet tam bacak arasına. Kalçanın hemen altından. Atmaz olaydım kafamı eşşekler pottursaydı ama yaptım ergenim ulen ne bekliyosunuz? Çoğunuz bole bi kadınla bırak bu kadarını doğru dürüst konuşamazdınız biledürüst olun her neyse. Ben bu hareketi yapar yapmaz kadın hemen toparlandı ve geç kaldık annem merak eder şimdi çıkalım hadi demez mi? O an yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. kendime ne kadar küfür ettim hatırlamıyorum :D ama olan olmuştu.Ufak tefek saldırıp tecavüz fln etsem mi die düşündüm .şaka lan tamam dedim ben yukarı çıkmayacam biraz dolaşacam şey sigaran var mı benimki yukarıda kalmışta. Aşkım gitti ve mutfaktan bir sigara getirdi ben o esnada apartmanın içindeyim ayakkabılarımı giyiyorum getirdi al dedi. Aldım sigarayı şöle bi baktım oda bana baktı görüşürüz dedim elimi uzattım yanağından öpecektim ki dudağıma bir öpücük kondurdu. Bu anlattığım olaydan 15 dakika sonra kendime gelmiştim. Hala her şey hayal gibi geliyordu. Ama gerçekti yaşamıştım o yaşımda başıma gelebilecek en güzel şeydi.
Belkide ileri gitseydi iyi şeyler olmayabilirdi. Ne bileyim kadın kötü hissederdi fln bilmiyorum yaşandı bu kadardı ve bitmişti. O zamandan sonra bu kadın, apartmanımızda 4 yıl daha kaldı ama ben o 4 yıl boyunca bir daha doğru dürüst konuşamadım onunla 2 yıl hiç konuşmadım ondan sonraki yıllarda da selam sabah o kadar. Nedenini bilmiyorum. Bu zaman zarfı içinde 2 3 sevgilisi olmuştu eve atıyordu bunları artık onlar benim kaldığım yerden devam mı ediyorlardı yoksa direk mevzuya mı giriyorlardı bilemem… Bence zevkli, hafif mallık içeren, ergenlik kokan, azda olsa erotizm kokan, eğlenceli, güzel ve GERÇEK bir anıydı, paylaşmak istedim.
Yaşım 17-18 o yıllarda toyum. Kızlarla konuşurdum fln ama en fazla dudaktan 1 sn öpmüşlüğüm var o yaşıma kadar bütün tecrübe bu. yani zannetmeyin bu piç kızları götürüyordur falan diye yok ole bir şey olmayacakta baştan solim. O zamanlar bizim oralarda doğalgaz fln yok kömür sobası revaçta(8 yıl öncesi). Akşamları en sevdiğim zamanlardı kışları. Soba sıcacık yanar tv de bi film bulur annem ve kardeşlerimle izlerdik.
Bir apartmanda oturuyorduk 4. Katta.Bir alt katımızdakiler taşındı yerine ilginç bir aile geldi. Evli bir çift, kadının annesi ve her sabah adamı Hacı Muratla almaya gelen şöförü. Adamın hacı muratı vardı ama şöförüde vardı bilmiyorum zevk heralde. Kurtlar Vadisinde de bole biri vardı sanırım şahine binen onun gibi Zaza. Ama beyler bu adamın eşi öyle güzel öyle güzel bir kadındı ki anlatamam. 1..70 boy, 50-60 arası bi kilo sarışın.Kendine çok iyi bakan bomba bi hatun. Parfümü apartmanı öyle bi kokuturdu ki çatı katında mastürbasyon yapmak gelirdi içimden o kadar beni etkileyen bi hatun.Tabi ergenlik çağının vermiş olduğu bi ateşde var o zamanlar.Buraları geçecem bu aileyle 2 yılda tanıştık samimi olduk fln. Şükriye hatunun ismi o zamanlar 30 unda fln tam yaşını hiç öğrenemedim ama annemin yaptığı yaş tahminine güvenirim. Bir olaylar olmuş bu adam bir gece gider ve birdaha gelmez.Anasıyla kızı kalır evde tek başlarına ama Allahtan adam bunlara evi bırakır sonradan öğrendiğimiz kadarıyla bunların resmi nikahı yokmuş adamın başka karısı fln varmış.Bir aralar bu evi bastılar zaten silahla fln. İşte hikaye burda başlıyor gençler. Peçeteleri hazırlayın Artık bu kış akşamlarında neredeyse her akşam iki misafirimiz daha vardı Şükriye(ahhhhhh ahhh) ve annesi(anneside psikopatın önde gideniydi silah fln vardı bunda milli maçta kazansak çıkarır silahı 3. Kattan ateşlerdi manyak karı). Hasılı vel kelam biz Şükriye ve annesiyle iyice samimi olduk ben daha çok şükriyeyle tabi.
Şükriye diyorum burda ama o zamanlar abla çekiyorum aramızda en az 12 yaş var.Şükriye nasıl rahat bir tip görmeniz lazım. Muhabbeti daima +18. Anlattığı fıkraları annemle kardeşim duyunca kıpkırmızı kesilir bu karı kahkahayı basardı. Hiç unutmam bir keresinde ailecek oturuyoruz yine annem kardeşlerim o ve annesi.Ortaya şöle bir soru attı. “ anne açar baba sokar”? Herkes dumur olmuş ne diyeceğini şaşırır bu cevabı verir basardı kahkahayı . Bole değişik bir tipti. Beyler size giynişinden bahsedecem. Bu yavru bize her geldiğinde tayt giyer üzerinede ince dekolte bi t-shirt ceker gelirdi. Bu tayt bazen yeşil bazen gri bazende kırmızı olurdu. Ve oyle bir otururdu evdeki sadece o görüntü bile beni uçurur erotizmin pornonun hayal alemine sokar birinin ali demesiyle yada başka bi şeyle geri gelirdim. Bu yazıyı yazarken bile bir hoş oldum. Bir gün cep telefon numarasını aldım yada o bnmkini aldı emin değilim. Arasıra mesajlar atıyor Bayram seyranda ama zaten sürekli bizde bu hatun. Yine böyle kış gününün birinde Şükriye ve annesi bizdeler . ve Şükriye yine o harika müthiş beline kadar vücudunun her hattını ortaya çıkaran o kıpkırmızı taytını giymiş müthiş bir parfüm kokusuyla bize geldi. Bu konuşurken gülerken fln tam bi abaza olarak çaktırmadan bunu kesiyorum ama saliseler içinde tabi. birşeyler anlatsada herkes şükriyeye baksa diye içimden geçiriyorum rahat rahat orasına burasına bakabilcem ya . Arkadaşlar memeler kalça fln 4- 4 lük o kadar solim. Bu bazen yere oturur ayaklarınıda kalçalarına çekerdi dizleri başının altına gelirdi ole bişe . o zaman ölürdüm bacak arasına bakmak için o derece azdırırdı tam 3 ay bu kadını düşünerek banyoda kahır çektim öyle yani o kadar azdırırdı beni ve bir o kadar da ulaşılmazdı bnm için. O akşam da ben bu duygular ve bu abazalık halindeydim. Kimi tv izliyor kimi dedikodu yapıyo fln ole vakit geçiyordu. Derken cep telefonuma bir mesaj geldi.- naber? Gönderen:Şükriye
Şaşırmıştım 1 metre yanımda oturan kadın üstelik yarım saat önce bu muhabbetti yaptığım aşk tanrıçam neden böyle bir şey yapma gereksinimi duymuştu anlam veremedim.-ii senden fln derken bole muhabbet ettik. bana çok yorulduğunu solemişti hastanede danışmada görevliydi sanırım ole bişe.
Bu mesajı atınca yaklaşık 1 dk fln cevap yazmadım tvde sanki bir şey çok dikkatimi çekmiş numarısı yapıyordum. Aklımdan geçen ise bir alt katın bomboş ve aşkımın yorgun olmasıydı. Ne yapıp edip ona masaj yapmayı teklif etmeliydim ama nasıl? Ne cevap verecekti hadi olumlu dedi nasıl olacaktı. Aynı anda nasıl bomboş daireye gececez? kıllanır millet. İşin aslı ben bundan daha çok nasıl bu teklifi yapacam bunu düşünüyordum nasıl bi heyecan yaptım bole unutamam hala. Ama aklımda bişeler kurguladım ve buna o mesajı gönderdim. Hala inanamam zaten nasıl bole bir şey yapabildim. Aşk tanrıçam nedese beğenirsiniz. Bırakın onla yatmayı öpmeyi fln ona değmenin düşüncesi bile kalbimi yerinden fırlatacak gibiyken ne dedi biliyormusunuz?- tamam .. Bu cevabı beklemiyordum bir bahane bulacağını düşünüyordum nasıl olacak saçmalama annem burda fln ole bi bahane bekliyordum ama o tamam dedi. İyice Yusuf Yusuf olmuştum kabul etmişti. Nasıl olacak peki dedi. Ben şimdi onlara bakkala gideceğimi söyleyeceğim sende benden 5 - 10 dk sonra telefon görüşmesi yapacağını sole eve gir bana mesaj at bende geleyim dedim. Buraya kadar herşey kusursuz şekilde çalışmıştı. Kapıyı çaldığımda açması hala gözlerimin önünde.
Gel dedi, odaya geçtik. Kanepeye oturdum uzan dedim yüzüstü uzandı ayakları dizlerimin biraz daha yukarısında başının altında pembe bir yastık yüzünde mükemmel bir tebessümle uzanmış ayağının biri benim ufaklığa yapışık halde bekliyor. O mükemmel kalçaları beyaz t-shirtünün altında rengi belli olan siyah sütyeni, iççamaşırının taytta ki izleri herşey gözümün önünde ellerim bunun bacaklarında, aşkımın bir ayağı bnm şeyime değiyor. o an öleceğimi fln düşündüm ya da bunun bir hayal olduğunu düşündüm ama değildi .Hatun ellerimin altındaydı istediğim her yerine doyasıya bakabiliyor ayrıca ayağını oramda hissetmem bana apayrı bir zevk veriyor değişik şeyler düşündürttürüyordu. Ayak parmaklarından masaja başladım.Kırmızı ojeliydi parmakları. Değiyordum sıcacıktı bana bırakmıştı kendini. Bana sorular soruyor aklımda kalan tek sorusu şuydu: Sevgilin var mı? Ayrıldık demiştim. Uzun bi muhabbet dönmüştü ama inanın hatırlamıyorum bole yarı erotik bi konuşmaydı. Mesela ben ona teninin rengini sormuştum çok salakça ama ergenim ve aklımda gitmişti, sormuştum bilmem demişti. O an böyle yavaşça üzerine uzanıp kalçalarına değdirmek sonrada dudaklarına yapışmak geçiyordu aklımdan sürekli, ama yapamıyordum. Ayaklarından bacaklarına geçmiştim kalçalara doğru yaklaştım ama dokunamadım hiç oraya sonra hemen belinin üstüne doğru sırtına masaja geçtim ordan omuzlarına sonra bu kalçalara değmem gerek demiştim içimden ve tekrar aşağıya indim artık dayanamıyordum ne olacaksa olsun dedim ve kalçalarına masaj yapmaya başladım sıkıyordum kalçalarını yumuşacıktı istediğim gibi sıkıyor sonra bırakıyordum. Sonra hafif hafif karatecilerin mermer kıracağı zamanki gibi elimi yamultup vurmaya başladım ki masaj yapıyorum ya sapık gibi sıkıp duramazdım. O kalçanın dalgalanışı hala gözümün önünde. Ben artık o vakitten sonra kendimde değildim bir şeyler yapmalıydım ama bilmiyordum hayatımda boyle bir şey hiç yaşamadım kesinlikle ne yapmam gerektiği konusunda aklımda en ufak bir fikir yoktu sadece kalp atışlarımın artmış olduğunu ve sağlıklı düşünemediğimi hatırlıyorum. Ne yapmalıyım ne yapayım gibisinden sorularla beynimin çalışma kapasitesini ibrenin sonuna dayamış halde MAL ÖTESİ, AJDAR MANTIĞI VE SABRİ ENERJİsi bi hareketleeeee arkadaşlar, elimi aşkımın bacak arasına attım.Evet tam bacak arasına. Kalçanın hemen altından. Atmaz olaydım kafamı eşşekler pottursaydı ama yaptım ergenim ulen ne bekliyosunuz? Çoğunuz bole bi kadınla bırak bu kadarını doğru dürüst konuşamazdınız biledürüst olun her neyse. Ben bu hareketi yapar yapmaz kadın hemen toparlandı ve geç kaldık annem merak eder şimdi çıkalım hadi demez mi? O an yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. kendime ne kadar küfür ettim hatırlamıyorum :D ama olan olmuştu.Ufak tefek saldırıp tecavüz fln etsem mi die düşündüm .şaka lan tamam dedim ben yukarı çıkmayacam biraz dolaşacam şey sigaran var mı benimki yukarıda kalmışta. Aşkım gitti ve mutfaktan bir sigara getirdi ben o esnada apartmanın içindeyim ayakkabılarımı giyiyorum getirdi al dedi. Aldım sigarayı şöle bi baktım oda bana baktı görüşürüz dedim elimi uzattım yanağından öpecektim ki dudağıma bir öpücük kondurdu. Bu anlattığım olaydan 15 dakika sonra kendime gelmiştim. Hala her şey hayal gibi geliyordu. Ama gerçekti yaşamıştım o yaşımda başıma gelebilecek en güzel şeydi.
Belkide ileri gitseydi iyi şeyler olmayabilirdi. Ne bileyim kadın kötü hissederdi fln bilmiyorum yaşandı bu kadardı ve bitmişti. O zamandan sonra bu kadın, apartmanımızda 4 yıl daha kaldı ama ben o 4 yıl boyunca bir daha doğru dürüst konuşamadım onunla 2 yıl hiç konuşmadım ondan sonraki yıllarda da selam sabah o kadar. Nedenini bilmiyorum. Bu zaman zarfı içinde 2 3 sevgilisi olmuştu eve atıyordu bunları artık onlar benim kaldığım yerden devam mı ediyorlardı yoksa direk mevzuya mı giriyorlardı bilemem… Bence zevkli, hafif mallık içeren, ergenlik kokan, azda olsa erotizm kokan, eğlenceli, güzel ve GERÇEK bir anıydı, paylaşmak istedim.
28 Temmuz 2012 Cumartesi
Sınıf Farkı
Henüz, öğrenci olmanın nasıl bir şey olacağını bilmiyordum. Kocaman
gözlerle kısık kısık bakıyordum hayata. O kadar yabancıydım ki yerlisi
olduğum bu topraklara. Aynı evde, farklı bir odada yaşamak gibiydi okula
başlamak. Korkuyu yaşadım ayakkabımın bağcıklarına kadar. Başımı
kaldırdığımda o kadar da kötü olmayacağını anladım. Ah rahmetlik. Ders
kitaplarımızı alacak kadar iyi bir adamdı öğretmenim. Cenaze
haberlerini alır almaz ev ev gezecek kadar da ince ruhlu. Kolay kolay denmez herkes için 'iyi bir adamdı' diye. İyi bir adamdı öğretmenim.
Güzel bir kız vardı bir de. Bizim çapaklı gözlerimizin göremeyeceği kadar güzel. Saman gibi olan saçlarımızla kıyaslayamayacağımız kadar güzel saçları, kocaman kömür karası gözleri vardı. Işık saçıyordu etrafına. Bir o kadar da akıllıydı, bu bize farklı görünen kız. Onun yüzünden akıllı olmaya karar verdik biz bir kaç arkadaş. Bir kadına güzel görünmek için akıllı olmak gerekirmiş meğer; onu öğrendik henüz 7 yaşında. Ne yaptıysak olamadık onun gibi. Ne yaptıysak güzel görünemedik gözüne. Belki de eksikti bir şeyler bizde.
Okumayı çözdük artık. Ters çevirip okuyorduk metinleri, dalga geçiyorduk maharetimizle. Gün geldi çattı, öğretmen sözlü yapacak tüm sınıfı. İki gün ateşler içinde yatmış bedenim, omuzlarımın üzerinde duran başımdan bihaberdi sanki. O vaziyette geldim oturdum her zamanki yerime. Öğretmenimiz, sınavda başarısız olanları duvar tarafındaki sıralara, orta derecede başarılı olanları orta kısımdaki sıralara, çok başarılı olanları ise cam kenarındaki sıralar bölümüne oturtacaktı. Her birimizden bir cümle yazmamızı istedi. En hızlı ve kendinden emin olanlar hemen cam kenarına geçtiler. Aval aval tahtaya bakanlar ise duvar kenarına... Çok az zorlananlar ise sınıfın göbeğinde oturacaklardı. Zamanla resim ortaya çıkmaya başladı. Semtimizin haylazları ve bakkal dükkanı olan adamların çocukları dizildiler duvar dibine. Cam kenarı ise tertemiz, pırıl pırıl çocuklar ile dolmaya başladı yavaştan. Ben ise çok rahattım. Çünkü çok başarılı bir öğrenciydim. Nihayet sıra bana geldi. Ayağa kalktım, bir anda başım dönmeye başladı. Bir anda hiç bir şey duyamayacak kadar sağır oldum. Kusacak gibiydim ama dayanmalıydım. Öğretmenim bana döndü ve cümlemi verdi. Asla unutamam:
-Yaz bakalım '' Atatürk'ü çok severiz''
Bir anda o kadar çok sevindim ki. Benim için çok kolaydı bu. Başarılı biri olduğumu düşündüğünden olacak ki, bana kesme işareti kullanılması gereken bir cümle verdi. Ve ben bunu biliyordum.
Bastıra bastıra yazdım. Boncuk boncuk terlemiştim ama gülümsüyordum içimden. Kesme işaretini çok kararlı bir şekilde koydum. Öğretmenim:
- Tembeller sırasına geç, dedi.
Şaşırdım. Midem bulanmaya başladı. Tembeller sırasının en önünde oturuyordum. Çalışkanlar sırasının en önünde oturan o güzel kıza bakarken düşünmeye başladım. Nerede hata yaptığımı anlamamıştım. Ali hoca sözlüyü durdurmuş, kara kara düşünüyordu. Sonra tahtaya baktım hatamı bulabilmek için. Sonunda yanlışımı görmüştüm. Şöyle yazmıştım: Ataürk'ü çok severiz. 'Atatürk' yazamamıştım. Yanlış yazmam gereken en son şeyi yanlış yazmıştım. Ağlamaklı oldum bir anda. Burada olmamam gerekiyordu. Kulağımda Ali Öğretmen'in sesi yankılanıyordu. Ergün...Ergüün...Ergüüünn…
-Ergün!!
-Efendim öğretmenim?
-Tahtaya gel.
-......
-Arkadaşınız hasta idi. Ona bir şans daha verelim.
Bir şansım daha vardı, onunla aynı yerde oturabilmek için. Tahtaya geldim, tebeşiri elime aldım. Ve bu kez başka bir cümleyi yazdım, eksiksiz.
-Aferin, orta sıraya geç.
Yine olmamıştı. Ama olsun. En azında daha yakındım o güzelliğe. Eskisinden daha iyi bir yerdeydim hiç olmazsa. Uzansam dokunabilirdim. Konuşsam sesimi duyardı. O, camın önüne konmuş eşsiz bir çiçek gibi güneşle birlikte parlıyor, ben ise onu seyrediyordum.
Gece uyumadan önce hep o günü düşündüm. Orta sırada oturduğuma sevinmiştim. Bencillik etmiştim oysa. Benim duvar dibinde oturan arkadaşlarım da vardı. Oyunlar oynadığımız, bazen de kavgaya tutuştuğumuz arkadaşlarım. Bazen birlikte okula geldiğim, bazen de öğle arasında yumurta tokuşturduğum arkadaşlarım. Neden olmuştu bu? Neden ayırmışlardı bizi? Oysa herkes oturabilmeydi her yere. Oysa çalışkan ve tembel diye ayrılmamalıydı çocuklar. Çocuklar ayrılmamalıydı. O küçük zihnimle düşünmüştüm bunları. O günden sonra fikrim hiç değişmedi. Saçları daha parlak olan arkadaşlarla da misket oynayabilmeliydik. Nasıl olduysa olmuştu işte, yerleşmişti aklıma bu düşünce.
Sol elimi koydum yine yüzüme, ona doğru bakarken. Aynı sınıfta, sınıf farkı vardı aramızda. Anlamıştım.
haberlerini alır almaz ev ev gezecek kadar da ince ruhlu. Kolay kolay denmez herkes için 'iyi bir adamdı' diye. İyi bir adamdı öğretmenim.
Güzel bir kız vardı bir de. Bizim çapaklı gözlerimizin göremeyeceği kadar güzel. Saman gibi olan saçlarımızla kıyaslayamayacağımız kadar güzel saçları, kocaman kömür karası gözleri vardı. Işık saçıyordu etrafına. Bir o kadar da akıllıydı, bu bize farklı görünen kız. Onun yüzünden akıllı olmaya karar verdik biz bir kaç arkadaş. Bir kadına güzel görünmek için akıllı olmak gerekirmiş meğer; onu öğrendik henüz 7 yaşında. Ne yaptıysak olamadık onun gibi. Ne yaptıysak güzel görünemedik gözüne. Belki de eksikti bir şeyler bizde.
Okumayı çözdük artık. Ters çevirip okuyorduk metinleri, dalga geçiyorduk maharetimizle. Gün geldi çattı, öğretmen sözlü yapacak tüm sınıfı. İki gün ateşler içinde yatmış bedenim, omuzlarımın üzerinde duran başımdan bihaberdi sanki. O vaziyette geldim oturdum her zamanki yerime. Öğretmenimiz, sınavda başarısız olanları duvar tarafındaki sıralara, orta derecede başarılı olanları orta kısımdaki sıralara, çok başarılı olanları ise cam kenarındaki sıralar bölümüne oturtacaktı. Her birimizden bir cümle yazmamızı istedi. En hızlı ve kendinden emin olanlar hemen cam kenarına geçtiler. Aval aval tahtaya bakanlar ise duvar kenarına... Çok az zorlananlar ise sınıfın göbeğinde oturacaklardı. Zamanla resim ortaya çıkmaya başladı. Semtimizin haylazları ve bakkal dükkanı olan adamların çocukları dizildiler duvar dibine. Cam kenarı ise tertemiz, pırıl pırıl çocuklar ile dolmaya başladı yavaştan. Ben ise çok rahattım. Çünkü çok başarılı bir öğrenciydim. Nihayet sıra bana geldi. Ayağa kalktım, bir anda başım dönmeye başladı. Bir anda hiç bir şey duyamayacak kadar sağır oldum. Kusacak gibiydim ama dayanmalıydım. Öğretmenim bana döndü ve cümlemi verdi. Asla unutamam:
-Yaz bakalım '' Atatürk'ü çok severiz''
Bir anda o kadar çok sevindim ki. Benim için çok kolaydı bu. Başarılı biri olduğumu düşündüğünden olacak ki, bana kesme işareti kullanılması gereken bir cümle verdi. Ve ben bunu biliyordum.
Bastıra bastıra yazdım. Boncuk boncuk terlemiştim ama gülümsüyordum içimden. Kesme işaretini çok kararlı bir şekilde koydum. Öğretmenim:
- Tembeller sırasına geç, dedi.
Şaşırdım. Midem bulanmaya başladı. Tembeller sırasının en önünde oturuyordum. Çalışkanlar sırasının en önünde oturan o güzel kıza bakarken düşünmeye başladım. Nerede hata yaptığımı anlamamıştım. Ali hoca sözlüyü durdurmuş, kara kara düşünüyordu. Sonra tahtaya baktım hatamı bulabilmek için. Sonunda yanlışımı görmüştüm. Şöyle yazmıştım: Ataürk'ü çok severiz. 'Atatürk' yazamamıştım. Yanlış yazmam gereken en son şeyi yanlış yazmıştım. Ağlamaklı oldum bir anda. Burada olmamam gerekiyordu. Kulağımda Ali Öğretmen'in sesi yankılanıyordu. Ergün...Ergüün...Ergüüünn…
-Ergün!!
-Efendim öğretmenim?
-Tahtaya gel.
-......
-Arkadaşınız hasta idi. Ona bir şans daha verelim.
Bir şansım daha vardı, onunla aynı yerde oturabilmek için. Tahtaya geldim, tebeşiri elime aldım. Ve bu kez başka bir cümleyi yazdım, eksiksiz.
-Aferin, orta sıraya geç.
Yine olmamıştı. Ama olsun. En azında daha yakındım o güzelliğe. Eskisinden daha iyi bir yerdeydim hiç olmazsa. Uzansam dokunabilirdim. Konuşsam sesimi duyardı. O, camın önüne konmuş eşsiz bir çiçek gibi güneşle birlikte parlıyor, ben ise onu seyrediyordum.
Gece uyumadan önce hep o günü düşündüm. Orta sırada oturduğuma sevinmiştim. Bencillik etmiştim oysa. Benim duvar dibinde oturan arkadaşlarım da vardı. Oyunlar oynadığımız, bazen de kavgaya tutuştuğumuz arkadaşlarım. Bazen birlikte okula geldiğim, bazen de öğle arasında yumurta tokuşturduğum arkadaşlarım. Neden olmuştu bu? Neden ayırmışlardı bizi? Oysa herkes oturabilmeydi her yere. Oysa çalışkan ve tembel diye ayrılmamalıydı çocuklar. Çocuklar ayrılmamalıydı. O küçük zihnimle düşünmüştüm bunları. O günden sonra fikrim hiç değişmedi. Saçları daha parlak olan arkadaşlarla da misket oynayabilmeliydik. Nasıl olduysa olmuştu işte, yerleşmişti aklıma bu düşünce.
Sol elimi koydum yine yüzüme, ona doğru bakarken. Aynı sınıfta, sınıf farkı vardı aramızda. Anlamıştım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)