29 Haziran 2012 Cuma

Bir Ergenlik Heyecanı

Doksanlı yılların ortaları, orta halli bir İç Anadolu kasabasında yaşıyorum o sıralar. Ergen bir bünyeyim ve o yılların modası olan kocaman James Bond çantalarla okula gidip geliyorum. Vücut yeni yeni yerli yerine oturma çabasında olduğu için çekicilikten zerre nasiplenememişim. Sivilcelerim suratımda adeta bağımsızlıklarını ilan etmişler. Sınıfın sessiz ve sakin çocuğuyum. Yalnız gezmeyi, teneffüslerde ise tek başıma bir köşeye çömelip tost yemeyi tercih ediyorum. Yani bir gün ölsem kimse okula gelmediğimi anlayamayacak uzunca bir süre. Öldüğüm en az üç ay sonra anlaşılacak. Kendimi bulduğum birkaç aktivite müzik dinlemek, kaset arşivi yapmak, yazı yazmak ve futbol oynamak. Arkadaşlarımın aklına geldiğim tek zaman futbol oynanacak zamanlar. Çünkü babam gümrükte çalıştığı için rengârenk ve bir sürü topu olan tek çocuğum o sıralar. Kafam da yaşıtlarımdan biraz büyükçe olduğu için lâkabım "koca kafa". Yalnız, sağ olsunlar bunu sadece erkek erkeğe muhabbetler esnasında dile getiriyor arkadaşlarım. Kız tayfasının bu lâkaptan haberi yok. İyi de futbol oynuyorum. Maç başına üç golden aşağı atmıyorum. Sonra da eve gelip annemin yaptığı tarhana çorbasından içiyorum. Günlerim böyle geçip gidiyor. Hayatımda ne aşk, ne bir karşı cins, ne başka bir şey var. Zaten okulun en güzel kızlarını da kasabanın doktorunun oğlu ve eczacısının oğlu kapıyor. Küçücük kasabada boşuna çaba harcamanın alemi yok.

Okul yine yaz tatiline girdi bir gün.Tüm silikliğimle geçiriyorum tatilimi her zaman ki gibi. Yüzümü görebilene aşk olsun. Küçücük odama tıkıldım ve müzik dinleyip, bol bol yazı yazmaya çalışıyorum. Yaz tatillerinde buralı olan ve başka şehirlerde çalışanlar tatile gelir. Onların kızları olur ve hepsi de güzeldir. Kasabanın en popüler çocuğu olan doktorun oğluna bile bakmazlar. Tatillerini yapar ve giderler. Bir gün bu ailelerden biri bize misafirliğe geldi. Benden üç yaş büyük bir de kızları var. Sarışın, beyaz tenli, kıpkırmızı yanaklı, rüya gibi bir kız. Bize geldikleri bir gün kız çok sıkılmış, sanırım. Annem de "Bak benim oğlum var, onunla oturup müzik dinleyebilirsin" diyerek odama getirdi. Ben tüm kalaslığım ile "hoş geldin" bile demedim. Kız uzunca bir sessizlikten sonra "Kasetlerine bakabilir miyim?" diye atağa kalktı. "Evet!" dedim ve yazımı yazmayı sürdürdüm. Kız, kasetlerime baktıkça "Hımmmm, Hömmm, Hımmmm" gibi tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Sonra muhabbete girdi: "Bu grupları nereden duydun ki bu kasabada? Bunları şehirde bile on arkadaşıma sorsam ikisi ya bilir ya bilmez!. Kesmeşeker, Mavi Sakal, Bulutsuzluk Özlemi, Kramp, Pentagram ne ararsan var valla, takdir ettim!".

Başımı yazı yazdığım kâğıttan kaldırmadan cevap verdim: "Biz hep burada değildik. İki yıldır buradayız. Babamın tayinleri yüzünden. Seneye buradan da gideceğiz. Sen takdir ediyorsun ama buradaki kızların umurunda bile değil, boş ver."

Kız çeşitli laf açmalarla muhabbete her giriştiğinde umursamaz tavırlarımı sürdürdüm. Bu küçük kasabada, ergenliğin tam ortasında, en çirkin ve silik halimle kendime olan güvenimi iyice yitirmiştim belli ki. Kendimi bu işlerden tamamen soyutlamış ve yüzümde ki sivilceler de dahil, ergenliğimin kendiliğinden, en az hasarla geçmesini bekliyordum. Kız sonraki gün yine geldi, ve sonraki gün yine. Artık her gün geliyor ve benimle müzik, edebiyat, şiir gibi konularda muhabbete kalkışıyordu. Ben ise kendime olan tüm güvensizliğim ile "Çek bi git başımda be!" dercesine tavırlarımı sürdürüyor ve taviz vermiyordum. "Nasıl olsa bana bakmaz" diye düşündüğümden olacak, ki kendisine çekici bir karşı cins gözüyle bile bakma gereği duymuyordum. Veyahutta ergenlik dönemimi olabildiğince vukuatsız ve sakin geçirmek istiyordum. Fakat, sanırım o beni bir karşı cins gözüyle çoktan görmüştü. Hatta kafaya takmıştı, evet! Ne yaptım ne ettim hep kaçtım. Adeta "Git kendini çok sevdirmeden" tavırlarında gezinen bir Tuna Kiremitçi olmuştum. Sonunda bir gün dayanamadım ve kızla konuşmaya karar verdim.

- Ne istiyorsun benden?

- Senden hoşlandım.

- Neyimden hoşlandın be! Ergenliğinin en silik döneminde kendi kendine takılan bir çocuk. Üstelik bu berbat dönem de babasının tayini nedeniyle kimsenin adını bile bilmediği küçücük bir kasabaya denk gelmiş. Lakabı koca kafa, arkadaşları tarafından tek bilinen özelliği bir sürü futbol topu olması ve en az üç gol atabilmesi. Bence bana hiç müdahale etmemelisin ve ben bu dönemi bildiğim gibi atlatmalıyım. Ben memnunum bundan! Lütfen!

- Benim hiç senin gibi dolu dolu bir arkadaşım olmadı. İstanbul'daki erkek arkadaşlarımın içinde bile senden daha kültürlüsü yok. Buranın yerlilerine sen iç dünyanı göstermemişsin, sadece su yüzünde ki tarafını görmelerine izin vermişsin ve onlar da seni onlarla tanımış yalnızca. Ama ben senin iç dünyanı gördüm, oraya girdim ve sana hayran kaldım.

Bu sözler beni etkiledi. Aramızda bir şey olmasa bile o günden sonra kızla en azından oturup muhabbet etmeye, konuşmaya, hoş geldin demeye başladım. Kasabalının tek eğlencesi olan ve ırmak kenarına kurulu olan çay bahçesine gidip gelmeye bile başladık. Kızın yanında Notre Dame'ın kamburu gibi kaldığımın farkındaydım. Günler böyle geçip gitti. Tüm tatil boyunca iyi bir arkadaşlık yaşadık ve tatil sonu geldi. Kendileri artık İstanbul'a dönecekti ve son gece bize gelmişti. O gece tuhaf bir şeyler olacağını sezmiştim fakat bu kadar aklıma bile gelmezdi. Kız muhabbet esnasında aniden dudaklarıma doğru atılmış ve beni öpmeye başlamıştı. Bu ilk deneyimimdi. Dudaklarımı balık gibi ileri uzatmaktan başka bir şey yapamamıştım ve kız bu halimi sevimli bulup gülmekten neredeyse beni öpemeyecek duruma gelmişti. Uzunca bir süre öpüştük. Aklım başımdan gitmişti ve ilk tecrübe olmasının sebebiyle olsa gerek bırakmak istemedim. Kız, artık yeter dercesine geri çekildi ve konuşmaya başladı:

"Cihan, bana söz ver. Artık kendine güvenli bir erkek olacaksın. Kendinde ki yeteneğin ve birikimin farkına varıp ona göre dolaşacaksın bu kasabada! Sen bu insanların bildiğinden daha fazlasını barındırıyorsun içinde ve bunun nimetlerinden faydalan lütfen. Çirkin de değilsin, çok çekicisin. Çok güzel dudakların var be çok marifetlisin! Söz ver, bundan sonra bambaşka bir insan olacaksın!"

Bu sözler beni adeta gaza getirmişti. Orada, ona söz verdim ve kız kalkıp gitti. Telefon numarasını aldım ve onu uğurladım. Artık kasabada bir Kazanova edasıyla dolaşıyor, erkek arkadaşlarım bana "koca kafa" diye lâkap taktıkça içimden "Hıııı. Siz öyle deyin bana. Ben kasabaya gelip gelebilecek en güzel kızla öpüştüm ulan!" diyordum. Hatta öyle bir kız ki, doktorun oğlu bile üç ay uğraşsa tavlayamaz. O günden sonra durmadan kızı aradım. Salak gibi Motorola C90 marka, takoz telefonumla ona şarkılar dinlettim, o zamanların modası olan teybimden ona karma kasetler çekip yolladım. Ama bir değişiklik vardı kızın sesinde. Hissediyordum. Ben kaset yolladıkça bir teşekkür mesajı bile yollamıyor, bir defa olsun aramıyor, ben aradıkça sıkılgan bir ses tonuyla "Hmmmm. Evet" deyip duruyordu. Çok fena gaz almıştım, kimse beni durduramıyordu. Kıza durmadan tam bir ergen gibi "Sakalım çıkmaya başlıyor, top sakal bırakacağım, Üffff ne yakışıklı olurum be!" gibi şeyler anlatıyordum. Ama o, oralı bile olmuyor, soğuk bir tonla konuşmaya devam ediyordu. Bir gün dayanamadım ve bunu sormaya karar verdim, "Neden bana karşı soğuksun!". "Cihan, ben sadece senin güvenin yerine gelsin diye seninle öpüştüm. Hepsi bu! Lütfen abartma!"

Yıkılmamıştım. Sonuçta bana iyilik yapmıştı kızcağız! Onu anladım ve bir şey söylemeden telefonu kapattım. Artık içi gaz dolu bir erkektim ne de olsa. Kasabanın en güzel kızını öpen Cihan'dım artık. Ona muhtaç değildim! Okullar açılmadan önceki gece güzelce takım elbisemi ütülettim anneme, kravatımı özenle bağladım ve ayakkabılarımı cillop gibi boyadım. Sınıfın en uzun boylu ve narin kızı Nuriye'yi tavlayacaktım. Kendimi kasabalıya ve beni oyuncak yapan şehirli kıza kanıtlayacaktım! Artık bambaşka bir hayat beni bekliyordu ne de olsa! Okulun ilk günü geldi çattı. O gün akşama kadar pırıl pırıl takım elbisemle, tek kaşımı kaldırarak Nuriye'yi kesip durdum. Okul çıkışı yanına gidip tüm haşinliğim ile konuşacaktım. Hatta okuldan sonra sınıf maçımız vardı ve Nuriye'yi de bu maça davet edip yine üç gol atacaktım! Böylelikle kasabanın en güzel kızıyla sıfır kilometre bir aşka yelken açacaktık!

Son ders zili çaldı ve dersimiz edebiyattı! Okulda attığı sert tokatlarla ün yapmış Şahabettin Hoca sınıfa girdi. Şahabettin Hoca öyle bir tokat atardı ki, yiyen feleğini şaşırırdı. Tek eliyle yanağınızı tutar, başınızı sabitler ve diğer eliyle de çok sert bir tokat patlatır, yüzünüzü pancara çevirirdi. Dersin son dakikalarında Sedat ve Selçuk adlı iki arkadaşımın durmadan kâğıtlarla bir şeyler yazışıp, bir şey konuştuklarını fark ettim. Neredeyse ders boyunca iki yüz defa birbirlerine kâğıt fırlatmışlardı. Merak ettim ve elimle "Ne konuşuyorsunuz?" anlamına gelen işareti yaptım. Sedat kâğıda bir şey yazıp bana attı. Ve ders boyunca onları fark etmeyen Şahabettin Hoca tam kâğıt bana geldiğinde fark etti. Beni yanına çağırdı ve sesli bir biçimde okumaya başladı. Kâğıdı henüz açıp okumaya fırsatım olmadığı için ne yazdığını ben bile bilmiyordum, ben de tüm sınıf gibi Şahabbetin Hoca'dan duyacaktım kâğıtta yazılanları ve hoca okumaya başladı:

- Sedat oğlum okul çıkışı maç için top yok lan!
- Kimden bulsak ki acaba?
- Koca kafa getirsin oğlum yine. Onda bir sürü futbol topu var.

Adeta yerin dibine geçmiştim. Bu lâkabı sadece erkek arkadaşlarım bildiği için onlar güldü, kızlar ise anlam veremedi. O anda Şahabettin Hoca kâğıdın devamını okumayı kesti ve sordu: "Koca kafa kim?"

Sınıfta bir ölüm sessizliği hakimdi. Ve hoca sinirli bir tonda bağırarak soruyu tekrarladı:
"Koca kafa kim!?"

Kaçışımın olmadığını anlamıştım ve bir Kara Murat edasıyla "Benim Hocam!" dedim. Artık kızlar da benim lâkabımı biliyor ve deli gibi gülüyorlardı. Hoca Sedat'ı ve Selçuk'u da tahtaya çağırdı ve üçümüze meşhur tokadını attı. Resmen birer pancardık artık. Göz ucuyla Nuriye'ye baktım, hâlâ gülüyordu.

Neyse, ders zili çaldı. Nuriye gitti ben de eve gittim. Evden en güzel futbol topumu aldım, okul bahçesine gittim. Üç gol attım ve eve gelip anneme her zaman ki gibi sordum:

"Anne yemek var mı?", "Tarhana çorbası var koyam mı?", "He ana, guy!".

Biz yemekteyken şehirli kızın akrabaları olan komşumuz bize geldi. Onlara kulak misafiri oldum ve kızın nişanlı olduğunu, yakın bir zamanda evleneceğini duydum. Belli ki kız bana güven vermenin ötesinde evlenmeden önce son bir macera yaşamak istemiş ve bunun içinde beni seçmişti. Çok durmadım bu konunun üzerinde, çorbamı yedim ve odama çekildim, kasetlerimi dinledim, yazı yazdım. O anda telefonuma bir mesaj geldi. Şehirli kızdı bu:

" Nasılsın, bana verdiğin sözü tutuyor musun bakalım :) "

İçimden "Has.ktir!" deyip telefonu yatağıma fırlattım, yazımı yazmayı sürdürdüm, kızı da bir daha aramadım, sormadım. Nuriye ile de doktorun oğlu çıkmaya başladı zaten.

25 Haziran 2012 Pazartesi

Ha Bu Uşağa Kim Vurdu Laaa?

Dersten yeni çıkmıştık ve okulun çıkışına doğru ilerliyorduk. Kapıdan çıkıp sağdaki demirlerin üstüne oturduk. Ahmet ile dağılan okulu izleyip millete bok atıyor ve bunla tatmin oluyorduk. İki bin kişilik bir okulda okuduğumuz için hemen hemen her gün kavga çıkıyordu. Merdivenlerden geçerken omuz atmalar, kız yüzünden çıkan kavgalar çok meşhurdu. Biz artık sağa sola sallamaktan bıkarken bir bağırma sesi duydum. Okulun çıkışına baktım. 26-27 yaşlarında beyaz atletli yumurta topuk ayakkabı giyen, üstü başı kir pas içinde bir adam gördüm. Çıkış kapısının önünde durmuş üstüne gelen kalabalığa doğru ’’Ha bu uşağa kim vurdu laaaaaa?’’ diye bağırıyordu. Her bağırmasında da yanındaki yüzü gözü dayaktan şişmiş olan çocuğa bir şamar atıyordu. Okuldan çıkan öğrenciler bu adamla karşılaşınca mala bağlıyor, sessizce etraflarına bakıyorlardı. Çocuk elini kaldırıp tam birini gösterecekken adam tekrar bağırıp çocuğa şamar atıyordu. Çocuğun yüzü gözü daha beter olmuştu bir yandan da ağlıyordu. Durum çok ilginçti ve gülmeye başlamıştık. Daha sonra ortalık karışmıştı ama olayın sonunu da tam hatırlamıyordum. Adamın şiveli şekilde bağırıp cevabını dinlemeden çocuğa vurması aklıma her geldiğinde gülerdim.
5 yıl geçti aradan bir yıl başı gecesiydi. Ahmet, Ankara’ya gelmişti. Bir bardan çıktık saat 4 civarındaydı. Eve geçiyorduk. Yollar karla kaplıydı. İkimiz de inanılmaz derecede sarhoştuk. Ahmet yürürken aniden durdu. Karşısındaki eski model arka kapısı hafif vuruk olan bir arabaya bakıp ‘’ha bu arabaya kim vurdu laaa’’dedi. Sonra daha güçlü sesle apartmanlara doğru bakıp aynı şekilde bağırdı. Ben de yanına geçip apartmanlara doğru aynı şekilde bağırdım. Bir kaç ışık yanmaya başladı hatta kimileri camlara çıkıyordu. Alkolünde verdiği etkiyle bir yandan da deli gibi gülüyorduk. Camdaki insanların o dumura uğramış suratları beni lise yıllarıma döndürmüştü. Çok mutluydum ve çok önemli bir şey fark etmiştim. 50 kişi cama çıkmıştı ancak birisi bile bir şey dememişti. Bu bize cesaret vermişti. Biraz daha yürüyüp bir çocuk parkına yaklaştık. Parkta teneke kutu içinde ateş yakmış, bizim yaşlarımızda birkaç kişi vardı. Temiz çocuklara benziyorlardı. Önlerinden geçerken Ahmet’i montundan çekip onlara gösterdim. Ha bu uşağa hanginiz vurdu laa diye sordum. Ahmet’e de şamar attım. Çocuklar afallamıştı. İçlerinden biri şaşkın bir suratla biz vurmadık aga dedi. Bir yandan da Ahmet’e bakıyordu. Sanki o anda bir özgüven patlaması yaşıyordum. Elemanı duymamazlıktan geldim. Tekrar bağırdım. Ahmet de artık kendini tutamadı gülmeye başladı. Artık çocuklar dumuru üstlerinden atmaya başlamışlardı. O şaşırmış surat ifadeleri yavaş yavaş kayboluyordu. Tam o sırada o lisedeki olayın sonunu düşündüm. O bağıran adama ne olduğunu. Sonra bir anda hatırladım. Oturduğumuz demirlerden bir eleman daha fazla dayanamayıp adama koşarak kafa atmıştı. Adam okul kapısının önüne, kalabalığın içine düşmüştü. Biraz önce adamdan çekinen, sessiz kalan herkes yerdeyken ona vurmuştu. Eli yüzü kanlar içinde kalmıştı. Polis gelince de olay öyle kapanmıştı. Sağıma soluma baktım etrafımız bir anda kalabalıklaşmıştı. İnsanlar sinsi bir sessizlikle bizi izliyorlardı. Bazıları yaklaşmaya bile başlamıştı. Ahmet’i yakasından çektiğim gibi önüme aldım ve herkesten özür dileyerek koşar adımlarla uzaklaşmaya başladık.

Not: Son bölümdeki koşarak kafa atma eylemi kesinlilkle hayal ürünü değildir.

14 Haziran 2012 Perşembe

Türkler Düğünde

Teoride evlilik kolay olarak algılanabilir.İki insan birbirlerini severler veya sevmezler orası bizi ilgilendirmez ,evlenmeye karar verirler ve evlenirler.Ancak pratikte daha doğrusu bizim ülkemizde bu iş göründüğü kadar kolay değildir.Evliliğe karar verildikten sonra sırasıyla izlenmesi gereken basamaklar şu şekilde sıralanabilir: Kız isteme faslı,yüzük takılması,nişan merasimi,kına gecesi,bekarlığa veda partisi…Liste böyle uzayıp gider.Bu etaplar atlatıldıktan sonra gelinir düğün yapma faslına.Sanmayın ki diğer aşamalar atlatıldı da hemen düğün yapıyoruz.Öyle kolay iş yok, daha gelinlik-damatlık,şeker-davetiye, düğün salonu-düğün sanatçısı şeklinde kombinasyonlarda seçimler yapılacaktır. Saatlerce kıyafet provaları, mevsime göre düğünün kır düğünü mü yoksa salon düğünü mü olacağına, şekerlere,davetiyelere karar verme fasılları uzar da uzar. Davetli listesi bi türlü herkesin beğeneceği biçimde hazırlanamaz. Eğer şanslıysanız ve bu etaplardan sağ olarak çıkarsanız artık düğün yapabilirsiniz.Hayatınızda unutulamayacak bir gece olarak yerini alacaktır elbet düğününüz ama sanmayın ki çok eğleneceksiniz.Düğünlerde eğlenemeyen yegane kişilerdir gelin ve damatlar.Bi kere en erken siz gelirsiniz salona ve takı takıp kaçma gibi bi lüksünüz yoktur,düğün bitene kadar salonda bulunmak zorundasınız.Bi köşeye oturup gelenin gidenin tebriklerini kabul edersiniz. İstemeye istemeye de olsa işgüzar düğün şarkıcısı yüzünden ilk dansı mutlaka siz yapmak zorundasınızdır. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi düğüne gelenler de bu organizasyon zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymaz.Siz ilk dansı yaptıktan sonra oturur, karanlık bi salonda bangır bangır bi müzik eşliğinde dans eden ve üstüne de bundan zevk alan bi grup atlar piste,başlarlar halay çekmeye. Başlarda iyi gider düğün halayı,herkes senkronizedir,iş ciddiye alınır ,kimse halayın ahengini bozacak bir davranış yapmaya yeltenemez bile.Zamanla kopmalar yaşanır halayda;sona 3-4 kişi kalmıştır ve bu 3-4 kişilik grup alkolün de etkisiyle uzun bir müddet daha halaya devam ederler ta ki eş dost,akraba tarafından yaka paça yerlerine oturtuluncaya kadar.Gecenin ilerleyen saatlerinde alınan promil adam boyunu geçmiştir, ve kopma anlarından birinde gelinin/damadın amcası,dayısı,eniştesi atlar piste kafasında rakı bardağıyla ve başlar göbek atmaya. Dikkat edin,sahneye fırlayan bu ekibin elemanlar genellikle günlük hayatta birbirlerinden hiç de haz etmeyen kişilerdir.Bu durum ilerde pek çok düğün kasetinin evin babasının baskıları üzerine imha edilmesine yol açacaktır. En son olarak benim “Şov Amca” dediğim yaşını başını almış kişi çıkar sahneye. Yanlarına asla eş kabul etmez bu şov amcalar, halayı da tek çeker horonu da tek teper.Zaman içinde anlattığım ekipler sahneden çıkıp inerken, sahnenin müdavimler çocuklar asla inmemiştir pistten. “Kavga bizim işimiz” sloganıyla yola çıkan, düğün başlar başlamaz organize bir biçimde hareket eden çocuklar terör örgütü gibidirler.Pistin altını üstüne getirirler,birbirlerine girerler,oradan oraya koşuştururlar.Ve cüsselerinden beklenmeyecek desibelde bi ses düzeyine ulaştıklarında,düğün şarkıcısı düğün sahipleri için kurtarıcı niteliğinde olan şu anonsu yapar: “Lütfen çocuklarımızı pistten alalım”. Bu uyarı yapıldıktan sonra ebeveynler çocukları zoraki bi şekilde pistten alırlar,çocuklar için bi düğünün daha sonuna gelinmiştir.Sonra düğün pastası gelir, düğün pastası diyince çok şey beklememek lazım tabi.Bu pastalara güvenip de aç gitmeyin sakın düğünlere.Tamam 8 katlıdır falan ama tırtır yani,ve hiçbir zaman herkese yetecek kadar pasta yapılamamıştır,mutlaka birileri yiyemez o pastadan.Özellikle,pastadan bi dilim bile yiyemedim ne takı takcam be, demesin diye takı törenleri pasta merasiminden önce yapılır. Aslında bu durumda bi taşla iki kuş vurulur, yani hem pastadan yiyemeyen adamın takı takmaması riski kaybolur hem de takıyı takık biz artık kaçalım’cıların önün geçilmiş olunur.Zaten dikkat ettiyseniz bütün tırt hadiseler takı töreninin öncesine sıkıştırılır ;çünkü takıyı takmadan gidemezsiniz ve bu tırt hadiselere katlanmak zorunda kalırsınız.Takı töreninden sonra ise düğünün selameti açısından misafirlerin belli bi kısmını salonda tutmak gerekir.İşte bu nedenle bütün eğlenceli durumlar takı töreninden sonra yaşanır.Düğün salonu türkücüsü en güzel oyun havalarını takı töreninden sonra söyler mesela.Düğün salonunun ve davetlilerin de meşrebine göre çalgı çengi veya dansöz durumları olabilir.Ama yine de belli bi kesimi takı töreninden sonra tutamazsınız salonda.Dikkat edin takı töreninden sonra hemen kaçanlar,kapalı zarf verir genellikle.”Düğüncülük sektörü”yle ilgili bence asrın buluşudur kapalı zarflar.Çünkü her zaman bi burma bilezik takamazsınız ve mutlaka bi burma bilezik takan çıkar.Bu durumda ezilmemek için en iyisi kapalı zarfları kullanmaktır.İsterseniz 5 YTL koyarsınız zarfa,isterseniz boş verirsiniz ve çoğu kişi sizin o zarfa büyük bir miktarda para koyduğunuzu ve bunla övünmek istemediğiniz için zarfa koyduğunuzu bile düşünecektir.Tabi rezil olmamak için başka yolları deneyenler de çıkar. “Gelinin amcasını oğlunun sevgilisinin kardeşinden bir çeyrek altın” Sonra anlaşılıyor ki aslında altın değildir o takılan sadece altın kaplamadır. Takılan sahte pırlanta yüzük yüzünden saç saça baş başa girenler ve daha neler neler.Zordur düğün yapmak.Yukarıdaki şekilde düğün yapanların %80’inin “Nasıl başlarsan öyle gidermiş” ayağına boşandığı gözlenmiştir.O yüzden bırakın bu takıdır,gelinliktir,pastadır ayaklarını, böyle yemekli,sade bi kır düğününde anlaşalım.Kır düğünü candır,saygımız vardır!

12 Haziran 2012 Salı

Cinnet Geçiren Dolmuşçu

Efenim, bir gün Ankara'nın büyük bulvarlarından birinde, yaya olaraktan evime seyirtiyordum.

Araçların geliş yönüne karşı yürürken, bulvarın en sağ şeridinde bir dolmuşla orta şeritte bir dobloyu senkronize biçimde yavaşça ilerlerken gördüm. Tanıdık olduklarını veyahut yol tarif ettiklerini falan düşündüm; ta ki o ana dek...Dolmuşçu gitmiş, hep o yapıştırmalarda gördüğümüz trafik canavarı gelmişti adeta. Tartıştıklarını anladım, zira dolmuşçunun, gözbebekleri ve dudakları büyümüş, direksiyonu iyice kavramış ve ficudu ileriye kaykılmıştı .

Neyse efenim, bu kısım girişti. Gelişme ve sonuç ise daha bi holivut ekşın tadında. Dolmuşçu, anaya söverek gazını alamamış olacak ki önce yavaşladı, sonra doblonun arkasına doğru kırdı direksiyonu. Tabii o sinirle beyninin mesafe tayin kısmı devreden çıktığından olacak, doblonun arkasına geçtiğinde tamponunu sağ şeritte bırakmıştı. Bu onu daha bir sinirlendirmiş olacak ki, gaza yüklenip dobloya arkadan çarptı. Sonra, gazlayıp doblonun soluna geçti ve ölümcül vuruşu yaptı. Dobloya sol arka kısmından çarparak aracı savurdu; doblo sağ tarafa savruldu, yoldan çıktı. Ben mal gibi, adeta hipnotize bir davşan hayvanı gibi olan biteni izlerken, bütün bu ekşın yaklaşık 4-5 metre ötemde, 15 saniye içinde olmuştu. Neyse efenim, sonuç kısmı şöyle: doblo, otobüs durağının 2 metre ilerisinde yoldan çıktı. o sırada duraktakilere çarpmaması cidden faciayı önledi. Aracın sağ arkası, arkası ve sol arka kısmı haşat olmuş, camları kırılmıştı.

Dolmuşçu, 150 metre ilerde yolcuları indirip sır oldu, lakin düşürdüğü tampon ve üstünde cillop gibi parlayan plakadan dolayı pek uzağa gitmiş olabileceğini sanmıyorum. Yolcular, sonsuza dek mutlu yaşadılar, ama o gün verdikleri paranın karşılığı olan hizmeti alamamanın üzüntüsünü hep içlerinde bi yerde duyumsadılar. Ben mi? Gidip "Abi geçmiş olsun." dedim.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Dedeler Yüzünden Sınavdan Atıldım


Sınavda hoca kağıtları ters olarak dağıttı.Sınav kağıdını herkese vermeden açmayın dedi. Herkese dağıttıktan sonra tamam açın dedi, ben de sakın açmayın dedeler çıkacak diyince, hocada attı sınıftan beni ve ben o dersi 3 senedir veremiyorum amk.

8 Haziran 2012 Cuma

Nokiii Kınneyyt Pipıl

Yaşım 12-13...Teknolojik aletler Türkiyede yeni yeni yaygınlaşıyor.

Babam heves etmiş telefon alacak. Telefon özelliklerinden hiç anlamaz. Ailenin tekno işlerine bakan en piç elemanıda benim. Yeni yeni pc dergileri felan alıp okuyor, eniştemin telefonuna zil sesi ayarı yapıyor, 32 ekran lüks filips tv'mizin kumandasının pilini ben değiştiriyor, tv'nin renk ayarlarıyla yanlışlıkla oynayıp "oğlum televizyon bozuldu, gelip baksana" diye beni çağıran çilekeş anama, ergen bıyıklı ağzımla pööfffleyip, atar yapıyorum o dönemler.

Bir gün , babam beni İstanbul - Avcılar ilçesinde bir cep telefoncuya götürür telefon modeli seçeyim diye ona ve olaylar gelişir:

Ben: - Abi biz telefon alacaktık babama.

Telefoncu abi: - Tamam gülüm, istediğiniz bir model var mı?

Sikko ben, Nokia'nın o dönem yeni sloganı olan ve her gün tvlerde dönen "Nokkiiaaaa, connecting peopleee" reklamını yanlış anlayarak, götüm kalkmış bir şekilde, babamın yanında gururla:

- Nokia connecting people almak istiyoruz!

* Satıcının gözler açılır, yüzünde yavşak bir gülümseme belirir: - Gülüm o reklam. Öyle bir telefon yok.

Saygıdeğer babacığım beni korumak için: - Ee ama çocuk görmüş o telefonu reklamda, nokiii kınneyyt pipıl(kendisi tam tamına böyle telafuz eder) modeli varmış!!!

Sikko ben: - Evet ama reklamda gördüm.

* Satıcı double double yemenin vermiş olduğu şaşkınlıkla: - Abi gerçekten öyle bir modelimiz yok. O reklam. İsterseniz şu modelleri göstereyim. Bunlar yeni geldi.

Saygıdeğer babacığım beni korumak için: - Yok kardeşim sağolasın ben oğlumun dediği modelden alacağım.


* Satıcı artık tripple mallaşmıştır. 4 saniyelik gergin bir sessizlikten sonra: - Peki abi.

Çıktık gittik o hafif sinirle. Babamın işi çıktı, bakamadık o gün başka dükkana. İyiki de bakıp, Avcılardaki diğer cep telefonu satıcılarına da ailecek beyin encüklemesi yaşatmamışız.

Ve bir itiraf, nokiii kınneyyt pipıl'ın bir telefon modeli değil de bir slogan olduğunu anca lise hazırlık sınıfında arkadaşımın benle hunharca taşşak geçmesinden sonra durumu açıklamasıyla öğrendim. İngilizce şart.

7 Haziran 2012 Perşembe

80'ler ve 90'ların Unutulamayan Abur Cuburları

bakıldığında insanı bunalıma sürükleyen kadın erkek farketmeksizin hüzünlendiren hatta ağlatan yiyeceklerdir. Ne kadar büyüsek de o günkü mutlulukları özlediğini hissediyor insan.sırayla örnek vermek gerekecek olursa

http://imgim.com/altncuku.jpg


 

BİM'de Eski Sevgiliyle Karşılaşmak

Eski sevgiliyle Bim'de karşılaşmak deneyimlerime göre pek fazla samimi olunmayan bir kişiyle yanyana yürümek zorunda kalmaktan sonra en fazla gerginlik yaratan hadisedir. zordur bir zamanlar sevdiğiniz kişinin blume tuvalet kağıdı aldığını görmek, çok zordur onun le cola içtiğine şahıt olmak, çok zordur...

"hayatın nereye doğru yol aldığını kestiremiyoruz. aslında insan gözü kapalı yaşıyor bence. nereye gittiğini bilmeden öylece savruluyor. bazen açıyor gözünü, bir bakıyor aşık olmuş. sonra yine kapıyor açtığında bakıyor terkedilmiş veya terketmiş. sonra yine kapıyor, açtığında görüyor ki yaşlanmış. şuursuzca geçiyor yıllar. kırışan bir yüz. ben miyim diye bakıyorsun aynaya. evet evet benim galiba".

Romanım aslında harika gidiyordu. baş karakterim Filip bu düşünceleri aslında kendi kendine söylüyor gibi gözükse de topluma çok saf bir şekilde yaşıyorsunuz mesajı veriyordu. Mükemmel metaforlarla okuyucuyu kendinden geçirtecektim. Daha ilk günden romanı yarılamıştım, hızlı yazıyordum. Aslında bu gazla bitirirdim akşam ezanına kadar ama bir de baktım ki bana güç veren iki dostum da bitmiş. Patito ve Le Porta.

Patito yerken kendimi muazzam bir hayal havuzunda buluyorum nedense. Bana güç veriyor ve kuruyan bogazımı nemlendirmek için içtiğim le porta sayesinde de daha bir coşuyorum ama işte filipin de dediği gibi hayat hiç de istediğimiz gibi gitmiyor.

Son Patito'yu da attım ağzıma ve Bim'e doğru yola çıktım. Zaten iki adım ötesi Bim. Annemin terliklerini giyip çıkayım l*n dedim, kim iki saat şimdi bağcık bağlayacak. Ama olgun bir erkek insanda eğreti duran şeylerin başında anne terliği geliyormuş canlar ben bunu anladım.

Bim her zamanki gibi sakindi. Klima çalışıyor ama soğutmuyordu. Nasıl bir klima l*n bu diyerek incelemeye başladım. Ama görevli beni balici sandı, çünkü ayaklarımda da acayip terlikler altımda çamaşır suyu sıçrayıp da rengi atmış bir pijamayla pek de güzel bir gaspçı havası veriyordum.

"abi bu klima üflemiyor galiba" dedim ama cevap vermedi, işine döndü. Ben de doğruca Patitoların olduğu yere gittim. Aman allahım bu ne güzellik. Bissürü Patito yan yana. Gel de alma. Hemen iki paket aldım. Zaten sudan ucuz. Bir de Le Porta almak lazımdı. Gittim onu da aldım.

Tam arkamı dönüp gidecekken tanıdık bir ses duydum. Pek bir tanıdık. Sanki bir zamanlar kulağıma "aşkım" diye yankılanan bir ses şimdi "süt de alalım, dost süt olsun" diyordu. Bir zamanlar kulağıma "seni seviyorum" diye yankılanan bir ses şimdi "yok muratbey kaşar alalım o daha ucuz" diyordu. Yavaşça arkamı döndüm. Patitolar ve Le Porta elimden yere düştü. Evet, eski sevgilimdi bu.

Bir zamanlar sevdiğim kadındı. Bir zamanlar elele tutuşarak mal gibi gezdiğimiz kadın. Şimdi nişanlısıyla Bim'e gelmiş alışveriş yapıyordu. Bir zamanlar aşık olduğum kadındı bu ve alışveriş arabasında Le Cola, Blume, Dost süt, Dost peynir, Muratbey kaşarları gibi birsürü ürün vardı. Evet bir zamanlar uğruna canımı verebileceğim kadındı bu.

Ben şaşkınlıktan elimdekileri yere düşürünce bunlar birden irkildi ve hemen arkasını döndü. Ben, beni görmesinler diye hızlıca aşağıya eğildim ama lanet olası bim'de raf diye bir şey yok ki. Tansaş olsa arkadaki adam seni göremez ama raf yerine kolilerde ürün sergileyen bim sayesinde saklanamadım.

Peki size sorarım. Siz arkanızı döndüğünüzde, devekuşu gibi saklandığını sanan ama ayağında ufak numara anne terlikleriyle s*çar gibi çömelmiş ve kıç çatalı gözüken bir adam görseniz ne yaparsınız? İşte onlar da öyle yaptılar. Bastılar kahkahayı. Yavaş ve gurur yıkılmışça ayağa kalktım. Le portam mahzunca yerden bana bakıyordu. Ben gibi yıkılmış, öylece yatıyordu.

Gözlerine baktım. Le Portanın değil l*n, eski sevgilimin. Bana baktı, mahzun bir bakış görmek isterdim ama alay ediyordu resmen. Ayaklarıma bakıyordu. Anne terliği giymiş, parmakları ucundan çıkmış bir ayak. Buydum işte. Sen bu adamla bir zamanlar çıkmıştın. Şimdiki sevgilin çok iyi giyinmiş ama bir bak bakayım ona. Bim'de bu şıklık? Sence de biraz samimiyetsiz değil mi? Ben en azından yakışıyorum buraya. İçimden geldiği gibiyim.

Böyle düşündüm ama sonra h*ss*ktir dedim. Adam kapmış kızı, ben de lavuk gibi pijamayla terlikle geziyorum. kim naapsın l*n beni. "nasılsın görüşmeyeli?" dedim. "iyiyim" dedi. "ne güzel" dedim. "hıhı" dedi. Gittikçe gerginleşiyordu ortam. Yeni sevgilisi kıllandı mı acaba diye baktım ama "nasıl olsa bu lavuktan bir zarar gelmez" düşüncesi hasıl olduğundan zerre s*k*nde değildim herifin. Adam en ucuz kangal sucuğu seçmekle meşguldu.

"niye böyle olduk biz?" der gibi baktım. "ne diyorsun?" der gibi baktı bana. "niye böyle olduk diyorum?" der gibi tekrar baktım. "ne diyorsun anlamıyorum" der gibi tekrar baktı bana. "neyse s*kt*r et" der gibi baktım. s*kt*r etti alışverişe devam etti. bir güle güle demeden.

Gözyaşlarımı saklayarak iki poşet patitoyu ve le portamı yerden aldım ve kasaya gittim. Bir de blume peçete aldım yüzlük paket, gözyaşlarımı silmek için. Kasadaki görevli yine baliciymişim gibi baktı bana, "paran var mı" der gibi baktı bana, bana bakmasın artık kimse. al lan paranı der gibi uzattım, para üstü beklemeden çıktım ama sonra hemen geri dönüp şahsiyetsizce aldım paranın üstünü. tam çıkacakken fiş almayı unuttuğum aklıma geldi. dönüp onu da aldım. M*na koyim, bir romantizm de yaşayamadık be.

eve giderken Serkan geldi yavaşça yanıma. tek dostum, yoldaşım, üzgün olduğumu anlayabilen tek insan.

"abi bir şey diycem. pijamanın kıçında delik var, kıçın gözüküyor, baya bir büyük"

o günden beri evdeyim. Bim'e de kapıcıyı yolluyorum.

Yazar:Umut Sarıkaya

McDonalds'ta Yaptığım Tarihi Espri

satıcı kız: ketçap mayonez olsun mu?
ben: yok ketcap ketçap olarak kalsın.
liseli ergenler: zulelelelelelele.

Çüşş Ohaa Diyeceğin Enteresan Bir Hikaye

1930'ların ortalarında albay harland d. sanders, abd kentucky'de tennesse sınırında yaklaşık 25 mil uzaktaki bir kasaba olan corbin'de bir motel ve café satın aldı. o sıralarda kırklı yaşlarda olan harland sanders, restoran işine girmeden önce birçok iş alanında çalışmıştı. (demiryolu işinden oho nehri'ni geçen buharlı bir feribotu çalıştırmaya kadar.)

albay sanders yemek yapmayı seviyordu ve her zaman değişik tat kombinasyonları deniyordu. tavuğu kızartmak üzere unlamak için 10 adet bitki ve ve baharatı unla karıştırma yolunu bulduğunda, ünü yayıldı. daha sonra bir pazar günü bazı turistler için tavuk hazırlarken, karışımına on birinci malzemeyi kattı. albay'ın söylediği gibi, "bulduğum o 11. maddeyle o güne kadar yediğim en lezzetli tavuğu elde ettim."

ünü yayıldı, ancak uluslararası bir otoban yapımı ve 1950'lerin ekonomik durumu albay'ın sadece vergileri ödemek için gereken parayı alarak corbin'deki işini satmasına neden oldu. böylece albay 66 yaşında özel lezzet veren karışımı ve unu ile eski basınçlı kızartıcısıyla yola koyuldu ve bütün birleşik devletler'de restoran sahiplerine kendi pişirme yöntemlerini ve paketlenmiş baharatlarını satmaya başladı.

albay eşsiz tavuğunun nasıl hazırlandığını restoran sahiplerine öğretmek için küçük bağımsız restoranlarını ziyaret etti. kızartma işi tamamlandıktan albay restoranların yemek salonlarına gidiyor ve "albaylaştırma" dediği şeyi yapıyordu: müşterilerin aldıkları tavuktan ve servisten memnun olmalarını sağlamak. albay kendi kavramını, franchiselik ile satılan her tavuk için telif hakkı olarak beş cente sattı ve anlaşmaların çoğu sadece bir el sıkmayla yapıldı.

sonunda işler albay'ın baş edebileceğinden daha fazla gelişti ve böylece albay da kendisine ait kavramı kentucky fried chicken corporation'ı oluşturan bir gruba sattı. albay kfc'nin iyi niyet elçisi olarak kaldı.
albay harland d. sanders zatürreden aralık 1980'de öldüğünde 90 yaşındaydı.

Marka Marka Hikaye

ALFA ROMEO
Alfa Romeo amblem tasarımı, Italyanın Milano şehri ile ülkenin soylu ailesi Visconti etrafına dönüyor... Kırmızı haç soyluluğu, beyaz zemin halkı ve köylüleri simgeliyor. Taç giymiş engerek yılanı ise soylu Viscoti ailesinin armasından alındı.


AUDI
Dört halka. Amblemdeki dört yüzük araba birliği için bir araya gelip ittifak kuran dört firmayı simgeliyor. Audi ismi, firmanın eski yöneticilerinden olan mühendis August Horch tarafından verildi... Markaya kendi ismini vermeyen Horch, Latincedeki karşlığı olan Audiyi buldu.


BMW
Bavyera renkleri. 1916 yılında Münihte kurulan BMW (Bayerische Motoren Werke)nin amblemindeki mavi beyaz renkler, Almanyanın Bavyera eyaletinden geliyor. 1929 yılından bu yana uçak ve motoru üreten BMW, amblemdede üretime uygun lastik içinde dönen pervane figürüne yer veriyor... daha sonra araba üretimine başlayan BMW arabalarındada aynı amblemi kullanmayı tercih etti.

CHRYSLER
Yeni arabalara eski tasarım. Firmanın kurucu ve sahibi Walter Chryslerin isteği üzerine, 1998 yılından sonra üretilen Chrysler modellerine 20li yıllardaki eski amblem takılmaya başlandı.amblemdeki daireler lastiği, şimşekler ise hızı simgeliyor.

CITROEN
Açılı sembol. Fransızların çift açılı çavuş amblemi, daha önce başka bir Citroen ürünü olan dili çarklarda kullanılıyordu... 1919 yılında araba yapımına başlayan Fransızlar, ürettikleri ilk arabalarında da çift açılı amblemi kullanmayı uygun buldular.


FERRARI
Hediyelik beygir. Italyan kontesin 1923 yılında firma kurucusu Enzo Ferrariye hediye ettiği at maskot, Ferrarinin amblemini teşkil etti. Amblemdeki ana renkler sarı ile kırmızı, firma sahibinin yaşadığı komşu şehir Modenayı ve yarışa olan sevgiyi simgeliyor.

FIAT
Özüne dönüş. Fabrica Italiana Automobili Torino. Gerçek ismi uzun olduğu için firma sahibi kısaltmayla firmanın marka amblemini oluşturdu. basit amblem 60 yıl aradan sonra 1990 yılında defne ağacı çevreli daire içine yerleştirildi. Amblem firmanın uzun geçmişini ve spor alanındaki başarılarını simgeliyor.

FORD
Modern ve süslü. Mavi plaka üzerine süslü püslü harflerle yazılı Ford, nostaljik bir geçmişi anımsatıyor. 1903 yılından bu yana kullanılan Ford ambleminde, geçici bir süre için Köln Katedralinin silüeti yer almış.

JAGUAR
Hızlı kedi. Araba ve kedi. Güç ve zariflik. Jaguar, arabalarındaki zıplayan kedi figürünü, meydana gelebilecek kazalarda, yayaların yaralanma riskini azaltmak içn değiştirdi. Firma, ürettiği yeni modellerine jaguar yerine, jaguar resimli bir plaket monte ediyor.

MAZDA
Mahkeme kararıyla yeni amblem. Renaulta büyük benzerliği nedeniyle, açılan davayı kaybeden Japon araba üreticisi Mazda, yeni bir amblem oluşturmak zorunda kaldı. Mazda, kanatlarını açmış bir kartal figürünü amblem olarak kullanıyor.

MERCEDES BENZ

Hırsızların en çok rağbet gösterdiği bir figür. Dünyada en çok tanınan markalar arasında yerini alan Mercedesi, üç ayaklı yıldız figürü, markanın kara, hava ve suda ki gücünü tanımlıyor. Mercedes ambleminin mucidi Daimler. Mercedes amblemi, dünyada en çok tanınan marka olmanın yanı sıra en çok çalınan figür olarakta ilk sırayı alıyor.

MICHELIN
Edouard Michelin 1984te bir fuarda üst üste yığılmış otomobil lastiklerini görünce "kolları da olsa adama benzeyecek" demiş. Reklamcısına lastiklerden yapılmış bir adam çizimi siparişi vermiş. Bibendum adı verilen lastik adam böyle doğmuş.

MITSUBISHI
Samurai erdemi. Üç kanatlı baklava şeklindeki amblemde, Samurai armasından esinlenilmiş. Firmayı kuran iki Japon aile, tercih ettikleri amblemin sorumluluk bilincini, centilmenliği ve cemiyetler arası uyumu simgelediğine işaret ediyor.


NISSAN
Güneş ve dürüstlük. Markanın, daire içine yazılmış ismi, güneşin doğuşu ile Japon bayrağındaki beyaz zemin içindeki kırmızı noktayı simgeliyor. Amblem, dürüstlüğü ve samimiyeti sembolize ediyor.

OPEL
Opel, önceleri sadece dikiş makinaları üretiyordu... 1899 yılında araba üretmeye başlayan Opel, ambleminde tekerlek içinde şimşeğe yer veriyor. Amblemdeki tekerlek güveni, şimşek ise hızı simgeliyor.

PEUGEOT
Aslanın gücü. Peugeotun asli işi testere ve testere levhaları. Bir aslan gibi "güçlü" sloganıyla satılan bu ürünlerdeki aslan amblemini Fransızlar, daha sonra ürettikleri arabalarda da kullanmaya başladı.


RENAULT
Kübist baklava şekli. Renault baklava şeklinin bulunuşu 30lu yıllara dayanıyor. Amblem klasik ve durgun şekli ile geleceği simgeliyor. 1992 yılında küçük değişiklerle, şu an bütün Renaultlarda kullanılan yeni bir tasarım yapıldı.


SEAT
Ispanyolun Ssi ilham verdi. 90lı yılların başında VW ile birleşmesiyle Ispanyol araba yapımcısı, VW amblemin üstüne prestij, ilericilik ve dinamikliği simgeleyen büyük S harfini yerleştirdi.

SKODA

Çek sembolü. Skodanın daire içindeki kanatlı ok, hayal etmeyi, itina göstermeyi, hız ve ilerlemeyi sembolize ediyor. Firma, kullandığı amblemle, bütün arabaların bu vasıflara sahip olduğunu göstermek istiyor.

SMART
Mercedes-Benz 1998 yılında İsviçre’li teknoloji devi SMHyla otomobil sektöründe yeni bir çığır açtı. Swatch saatleriyle ünlü SMHyla birlikte üretilen otomobile Smart adı verildi: Swatch, Mercedes ve Art (Sanat).

SUBARU
Japon yıldızı. Subarunun amblemi, 6 Japon araba üreticisinin birleşmesi ile ortaya çıktı. Oval içindeki 6 yıldız, bir araya gelen firmaları sembolize ediyor.

SUZUKI
Logosu için yarışma düzenlendi. Suzuki amblemi, 300 güzel sanatlar akademi öğrencisinin katıldığı bir tasarım yarışmasıyla ortaya çıktı. Firma yetkilileri, "Uzlaştırıcı" buldukları büyük "S" harfini, yüzlerce amblem arasından seçti. Amblem, 1961 yılından bu yana Suzuki markasını temsil ediyor.

TOYOTA
Müşterilere sevgiler. Japon firmanınn kurucusu Kirchiro Toyoda, 1937 yılında üçlü elips kombinasyonu ile güçlü markasının amblemini oluşturdu. Elipsler, araba ile müşteri arasındaki sıcaklığı, ekip ruhunu ve modernizasyonu temsil ediyor.

VOLVO

İsveçin savaş tanrıçası Volvo arabalarını, Isveçin çeliğini sembolize eden daire ve ok süslüyor. Amblemin yaratıcısı, demir silahlarla donatılmış savaş tanrısı Merihi simgelediği figürde, aynı zamanda markanın sağlamlığına işaret ediyor.

VOLKSWAGEN
Kim icat etti? VW amblemi Porsche mühendisi Franz Xaver tarafından bulundu. Ekim 1948 yılından bu yana markanın iki harfi Almanyanın Wolfsburg şehrini şereflendiriyor.**Türkçe anlamı "Halk Arabası"dır.**

Citroen Ambleminin Oluşumu(Drama İçerir)

Cıtroeni yapan bu kişinin asıl amacı o zamanlar mercedes gibi büyük firmalara kafa tutmakmış. Sırf bunun için yaptıgı arabada çok sıradışı özellikler varmış. Adam öyle bir yapmışki mesela yaptıgı otomobilin 4 tekerleginden herhangi biri çıkarılınca araba diger 3 tekerlek üzerinde çok rahat bir şekilde hareket edip yoluna devam edebiliyormuş.(Gercektende su an kullanılan citroenlerin 3 teker üzerinde bile ilerleyebildigi söyleniyor. Hatta İstanbulda citroeni olan biri herkesin gozu onunde denemiş bunu. Ama ben inanmadım)Neyse ayrıca bu arabanın muciti yaptıgı arabasının maksimum hızdayken bile virajın sertligi ne olursa olsun hiçbir virajda hiçbir şekilde kesinlikle savrulmayacagını idda ediyormuş. Ve öyleki söyledigi o maksimum hızda diger otomobil şirketlerinin arabalarının savrulmaması imkânsızmış.(mercedes bile savruluyormuş). Ardından bu adam soyledigi o maksimum hızda arabasını savuran biri olursa o kişi arabadan sağ çıktıgı takdirde o kişiye bedava araba yapıp verecegini de idda edip herkesin dikkatini çekmeyi başarmış. Bu derece guveniyormuş yaptıgı arabaya. Vel hâsıl kelam epey bir insan denemiş ama savurmayı başaramamış hiçbiri. Sonunda bu adamın oglu denemeye karar vermiş. Oglu da askeriyede çavuşmus. Adamın oglu denemiş ve savurmayı başarmış. Ama sonuçta savrulmanın etkisiyle çok feci şekilde can vermiş. Adam gunlerce uzulmuş aglamış. En sonunda oglunun anısına oglunun askeriyedeki rütbesi neyse artık( çavuş) rütbesinin işaretini bu arabaya logo yapmış . Fransızların çift açılı çavuş amblemi, daha önce başka bir Citroen ürünü olan dili çarklarda kullanılıyordu... 1919 yılında arba yapımına başlayan Fransızlar, ürettikleri ilk arabalarında da çift açılı amblemi kullanmayı uygun buldular .