İşten yorgun argın döndüğüm bir akşam. Her akşam olduğu gibi kapıyı yine
kendim açıyorum. (Oglum tek başına kaldığın evde başka ne türlü olacak
diye kendime sorsam da, bu durum beni üzmüyor değil.) Yorgunluğumu çay
içip o gün iş yerinde arkadaştan aldığım filmi izleyerek atma planları
yapıyorum. Zaten benim gibi bir asosyalin bu şehirde yalnız başına
yapabileceği pek fazla bir şey de yok. Üstelik dışarıda bardaktan
boşanırcasına yağmur yağarken dışarıda takılmak da neymiş? Vakit
kaybetmeden usb mi bilgisayara takıp kopyalama işlemini başlatıyorum.
Niyetim üzerimdeki ıslak elbiselerimi değiştirirken kopyalamayı halledip
vakit kaybetmemek. (Sanki yapacak başka işlerim var da filmden sonra.
)5 dakika kaldı, 2 dakika kaldı, 55 saniye, veeee bitti işte.
Ama o da nesi! Filmin formatıyla benim player uyuşmuyormuş! Of Allah’ım
beni mi sınıyorsun? İşin yoksa şimdi bi de dosyanın formatını
değiştirmekle uğraş.. ( Evet.. İşim yok..) Çaresiz dönüştürme işlemini
başlatıyorum. Nerdeydi bu converter, hah, tamam. Bu nedir yaa. Kalan
süre 1 saat bilmem kaç dakka.. Ne yapalım.. Kapat ışığı, ver müziği,
uzan yatağa..
Gözlerim hafif karıncalanmış tavana bakıyor, slow müzik arkada.. Uykuya
dalmam inşallah böyle diye düşünürken birden tavanda bi ışık beliriyor
ve yanıp sönmeye başlıyor. Bu ne lan diye hafiften tırsarak
doğrulduğumda, şarja koyduğum telefonumun çaldığını, ışığının da tavana
yansıdığını fark ediyorum. Arayan: özel numara. Yahu zaten çok aranan bi
adam değilim, özel numara ne ya? Hayır, ismi de bi acayip. Bazı
telefonlarda “numara yok” yazarken böyle bu durumda, benim telefonda
neden özel numara yazar onu da hiç anlamış değilim. Arayan vazgeçmeden
açmam gerektiğini düşünüp, açıyorum..
-Alo?
-…
-Aloo?
-…
İlginç.. Hem özel numara, hem de konuşmuyor. Acaip bi nefes sesi, bi
süre sonra da çat, dııt dııt dııt.. Hayır konuşmayacan madem, ne diye
arayıp beni sıcak yatağımdan kaldırıyorsun..? Bari ayağa kalkmışken bi
sigara yakayım. Nerdeydi ya bu paket.. Burda değil, bu cepte de değil..
Tövbe etağfurullah. Her seferinde en son baktığım cepten çıkmak
zorundasın değil mi? En azından işten geldim geleli paketi hiç
çıkarmadığım için, sigaranın ceketin içinde olduğundan emin olarak
aramak iyi yine, sonuçta buluyorum. Bazen evde kafam dalgınken öyle
yerlere koyuyorum ki mereti, aramaktansa beş kat aşağı inip marketten
almak daha kolay oluyor..
Tekrar yatağıma oturup ayaklarımı uzatmak üzereyken, yine çalan bir
telefon, yine özel numara. Aynı şeyi yaşayacağımı bilerek açıyorum yine.
-Alo?
-…
-Alooooo!
-…
İçimden “Acaba?..” diye geçirmeden edemiyorum ama bunun kaçıncı acaba
olduğunu düşünmeden de edemiyorum. İnsanın içini gıcıklayan garip bi
şüphe işte. Ve telefon yine yüzüme kapanıyor. Az önce arayanın yanlış
numarayı aramış olabileceği bir ihtimalken, ikinci kez aranmak bu
ihtimali baya bi düşürdü. Vakti olup da beni işletecek arkadaş da yok
diye biliyorum. Ve evet.. Yine arıyor işte..
-Alo?
- (Göksel söylüyor)
“Bir masalmış geçen yıllar
Kaç yaprak var elimizde
Aşk bir rüyaymış uyandık
Adı kaldı dilimizde..”
Handsfree ye alıp tekrar kapanana kadar dinliyorum. Ama hiç şüphem yok
artık. Acaba bile demiyorum bu sefer. Arayan sensin işte. Aradan geçen
altı seneye rağmen, arayan eminim sensin. Unutamadın değil mi? Araya
koyduğun uzun yollar, başka insanlar, onca zaman unutturamadı beni..
Nasıl unutabilirsin ki? Böyle bir ihtimal yok. Tıpkı benim de seni
unutma ihtimalimin olmadığı gibi. Bazı insanlar çok kolay unutup devam
ederken, biz neden unutamıyoruz sence, hiç düşündün mü? Ben bu sorunun
cevabını tahmin edemeyeceğin kadar çok düşündüm. Kolay olmadı canım ama,
yine de benim zekamdan kurtulamadı bu soru, buldum cevabı: Biz
birbirimiz için “ilk” tik..
İlk başta ne yani, bu mu cevap şimdi diyeceksin ama açıklamama izin ver.
Her insanın hayatında bi ilki vardır tabi ama, aynı anda iki tarafın da
birbiri için “ilk” olması az rastlanan bi olay. Her insanın eline
geçmeyecek bi fırsat. Evliliğin aşkı öldüremeyeceği bir durum.. Neden az
rastlandığına gelirsek, şimdi bi düşün. Bu saatten sonra hayatına
gireceğim bi kız için ben ilk olsam bile, o benim için ilk olmayacak.
Aynı zamanda o kızın da hayatında böyle bi şansı yakalamasının önüne
geçmiş olacağım. Bu şekilde birçok insan bu müthiş fırsatı, gerçek aşkı,
daha yakalayamadan kaybediyor güzelim.
İşte canım, bu yüzden unutamıyoruz. Tutmaya kıyamadığım kadife tenli
soğuk ellerini, önüne düşen saçlarının arkasından bana bakan buğulu
gözlerini, kokunu, kahkahanı ben nasıl unutmadıysam, unutmayacaksam, sen
de beni unutamadın. Yıllar sonra bile ufacık bi sesimi duymak için beni
arıyorsun işte. Ya ben ne yapayım? Benim yüzümden numaranı bile
değiştirdin yıllar önce. Bari bikaç kelam etsen, en azından yanlış
numarayı aramışım, kusura bakmayın desen? Söz bozmayacağım oyununu, sen
olduğunu bilsem bile. İnan o bana bi altı sene daha gider be. Ve yine
çalıyor telefonum. Lütfen konuşsun bu sefer Allah’ım.. Ellerim neden
terliyor ya..
-Alo?
-Alow.. (Erkek lan bu!) Benim la şerefsiz, Erhan, hah hah hah.. gıyk,
gıyk gıyk.. Kimin aradığını düşündüydün? Ne hayaller kurduydun? Hah hah
hayt.. gıykh gıyk.. Yedin de mi la? Doooru soyle amma..
-… (Hafif bi yutkunma..) Yok olum ne yiycem.. Hayır yanımda kız arkadaş
da vardı o da yanlış anladı. Napıyon nassın? Hayırdır bunca zaman sonra?
-Kız mı vardı yanında, la olum yürü git. Vallaha mı? Ver telefona mınagoyim inanmam sana..
-Tartıştık gitti olum. Kırk yılın başı eve geldi, o da senin şakaya denk geldi be..
-La olum ne biliyim ben.. Hah ha ha.. gıyk gıyk.. Neyse olum kusura bakma. Nöörüyon nassın şerefsiz?
-Ne olsun, iş, okul, ev arasında yaşıyoz. Sen nasılsın?
-İyi iyi.. Bak hele ne diyecem.. Sen internet sitesi tasarlama işinden
anlıyordun dee mi? Ya ben de bi site yapmaya çalışıyom…. bla bla bla..
…..takıldım …. flaşı koda yazarken… mınagoyim …bla bla bla.. Nası etcez
de bakalım?
-….
-….
-….
-Eywallah abi ya, çok yardımcı oldun.. Neyse.. Ben biraz daha uğraşiyim ararım gene.. Var mı bi isteğin buralardan?
-…
Az önce ettiğim dua kabul oldu olmasına da, o kadar dua arasından neden
bu ya? Slow parçalar bitmiş, hareketli parçalara geçmiş bilgisayar..
Hayır ne ara gittim çay suyu koydum ben yahu? Filmin format dönüştürme
olayı da bitmiş. Bi sigara daha yakıp filme başlamalıyım.. Evet evet, en
iyisi bu. Paket nerde lan?...
16 Ağustos 2012 Perşembe
14 Ağustos 2012 Salı
Ateşli Komşu ve Bir Ergen'in Anıları
Aylardan Kasım yada Aralık Sonbahar-kış arası bi dönem hava geceleri
berbat soğuk gündüzleri güneş var ama ısıtmıyor .Ağaçlarda yaprak diye
bir şey kalmamış hava akşam 5.30 da kararıyor anladınız artık. Bir yıl
önce lise yi bitirdim fakat babam dershaneye göndermeyince bende rest
çekip öss ye girmiyorum o zaman falan dedim zira puan yapamazdım
.Girmemiştim de Öss ye. Babam ben tam liseyi bitirdiğimde Arabistan’a
çalışmaya gitti. Orda tanıdığı fln var önceden de çalışmıştı bende orda
doğmuşum zaten annemi falanda götürmüş dedemi fln. Baktı olacak gibi
değil Arabistan’a gitmeden beni dershaneye yazdırdı. Okulların
açılmasına yakın dershane başladı ve ben evle dershane arasında mekik
dokuyordum. Çalışıyor muydun dediğinizi duyar gibiyim “hayır” kızlar la
muhabbet gırgır şamata falan baya zevkliydi. Parada var kafama göre
geziyor tozuyor eve istediğim vakit giriyor kafama göre yaşıyordum.
Özetle her şey süperdi.
Yaşım 17-18 o yıllarda toyum. Kızlarla konuşurdum fln ama en fazla dudaktan 1 sn öpmüşlüğüm var o yaşıma kadar bütün tecrübe bu. yani zannetmeyin bu piç kızları götürüyordur falan diye yok ole bir şey olmayacakta baştan solim. O zamanlar bizim oralarda doğalgaz fln yok kömür sobası revaçta(8 yıl öncesi). Akşamları en sevdiğim zamanlardı kışları. Soba sıcacık yanar tv de bi film bulur annem ve kardeşlerimle izlerdik.
Bir apartmanda oturuyorduk 4. Katta.Bir alt katımızdakiler taşındı yerine ilginç bir aile geldi. Evli bir çift, kadının annesi ve her sabah adamı Hacı Muratla almaya gelen şöförü. Adamın hacı muratı vardı ama şöförüde vardı bilmiyorum zevk heralde. Kurtlar Vadisinde de bole biri vardı sanırım şahine binen onun gibi Zaza. Ama beyler bu adamın eşi öyle güzel öyle güzel bir kadındı ki anlatamam. 1..70 boy, 50-60 arası bi kilo sarışın.Kendine çok iyi bakan bomba bi hatun. Parfümü apartmanı öyle bi kokuturdu ki çatı katında mastürbasyon yapmak gelirdi içimden o kadar beni etkileyen bi hatun.Tabi ergenlik çağının vermiş olduğu bi ateşde var o zamanlar.Buraları geçecem bu aileyle 2 yılda tanıştık samimi olduk fln. Şükriye hatunun ismi o zamanlar 30 unda fln tam yaşını hiç öğrenemedim ama annemin yaptığı yaş tahminine güvenirim. Bir olaylar olmuş bu adam bir gece gider ve birdaha gelmez.Anasıyla kızı kalır evde tek başlarına ama Allahtan adam bunlara evi bırakır sonradan öğrendiğimiz kadarıyla bunların resmi nikahı yokmuş adamın başka karısı fln varmış.Bir aralar bu evi bastılar zaten silahla fln. İşte hikaye burda başlıyor gençler. Peçeteleri hazırlayın Artık bu kış akşamlarında neredeyse her akşam iki misafirimiz daha vardı Şükriye(ahhhhhh ahhh) ve annesi(anneside psikopatın önde gideniydi silah fln vardı bunda milli maçta kazansak çıkarır silahı 3. Kattan ateşlerdi manyak karı). Hasılı vel kelam biz Şükriye ve annesiyle iyice samimi olduk ben daha çok şükriyeyle tabi.
Şükriye diyorum burda ama o zamanlar abla çekiyorum aramızda en az 12 yaş var.Şükriye nasıl rahat bir tip görmeniz lazım. Muhabbeti daima +18. Anlattığı fıkraları annemle kardeşim duyunca kıpkırmızı kesilir bu karı kahkahayı basardı. Hiç unutmam bir keresinde ailecek oturuyoruz yine annem kardeşlerim o ve annesi.Ortaya şöle bir soru attı. “ anne açar baba sokar”? Herkes dumur olmuş ne diyeceğini şaşırır bu cevabı verir basardı kahkahayı . Bole değişik bir tipti. Beyler size giynişinden bahsedecem. Bu yavru bize her geldiğinde tayt giyer üzerinede ince dekolte bi t-shirt ceker gelirdi. Bu tayt bazen yeşil bazen gri bazende kırmızı olurdu. Ve oyle bir otururdu evdeki sadece o görüntü bile beni uçurur erotizmin pornonun hayal alemine sokar birinin ali demesiyle yada başka bi şeyle geri gelirdim. Bu yazıyı yazarken bile bir hoş oldum. Bir gün cep telefon numarasını aldım yada o bnmkini aldı emin değilim. Arasıra mesajlar atıyor Bayram seyranda ama zaten sürekli bizde bu hatun. Yine böyle kış gününün birinde Şükriye ve annesi bizdeler . ve Şükriye yine o harika müthiş beline kadar vücudunun her hattını ortaya çıkaran o kıpkırmızı taytını giymiş müthiş bir parfüm kokusuyla bize geldi. Bu konuşurken gülerken fln tam bi abaza olarak çaktırmadan bunu kesiyorum ama saliseler içinde tabi. birşeyler anlatsada herkes şükriyeye baksa diye içimden geçiriyorum rahat rahat orasına burasına bakabilcem ya . Arkadaşlar memeler kalça fln 4- 4 lük o kadar solim. Bu bazen yere oturur ayaklarınıda kalçalarına çekerdi dizleri başının altına gelirdi ole bişe . o zaman ölürdüm bacak arasına bakmak için o derece azdırırdı tam 3 ay bu kadını düşünerek banyoda kahır çektim öyle yani o kadar azdırırdı beni ve bir o kadar da ulaşılmazdı bnm için. O akşam da ben bu duygular ve bu abazalık halindeydim. Kimi tv izliyor kimi dedikodu yapıyo fln ole vakit geçiyordu. Derken cep telefonuma bir mesaj geldi.- naber? Gönderen:Şükriye
Şaşırmıştım 1 metre yanımda oturan kadın üstelik yarım saat önce bu muhabbetti yaptığım aşk tanrıçam neden böyle bir şey yapma gereksinimi duymuştu anlam veremedim.-ii senden fln derken bole muhabbet ettik. bana çok yorulduğunu solemişti hastanede danışmada görevliydi sanırım ole bişe.
Bu mesajı atınca yaklaşık 1 dk fln cevap yazmadım tvde sanki bir şey çok dikkatimi çekmiş numarısı yapıyordum. Aklımdan geçen ise bir alt katın bomboş ve aşkımın yorgun olmasıydı. Ne yapıp edip ona masaj yapmayı teklif etmeliydim ama nasıl? Ne cevap verecekti hadi olumlu dedi nasıl olacaktı. Aynı anda nasıl bomboş daireye gececez? kıllanır millet. İşin aslı ben bundan daha çok nasıl bu teklifi yapacam bunu düşünüyordum nasıl bi heyecan yaptım bole unutamam hala. Ama aklımda bişeler kurguladım ve buna o mesajı gönderdim. Hala inanamam zaten nasıl bole bir şey yapabildim. Aşk tanrıçam nedese beğenirsiniz. Bırakın onla yatmayı öpmeyi fln ona değmenin düşüncesi bile kalbimi yerinden fırlatacak gibiyken ne dedi biliyormusunuz?- tamam .. Bu cevabı beklemiyordum bir bahane bulacağını düşünüyordum nasıl olacak saçmalama annem burda fln ole bi bahane bekliyordum ama o tamam dedi. İyice Yusuf Yusuf olmuştum kabul etmişti. Nasıl olacak peki dedi. Ben şimdi onlara bakkala gideceğimi söyleyeceğim sende benden 5 - 10 dk sonra telefon görüşmesi yapacağını sole eve gir bana mesaj at bende geleyim dedim. Buraya kadar herşey kusursuz şekilde çalışmıştı. Kapıyı çaldığımda açması hala gözlerimin önünde.
Gel dedi, odaya geçtik. Kanepeye oturdum uzan dedim yüzüstü uzandı ayakları dizlerimin biraz daha yukarısında başının altında pembe bir yastık yüzünde mükemmel bir tebessümle uzanmış ayağının biri benim ufaklığa yapışık halde bekliyor. O mükemmel kalçaları beyaz t-shirtünün altında rengi belli olan siyah sütyeni, iççamaşırının taytta ki izleri herşey gözümün önünde ellerim bunun bacaklarında, aşkımın bir ayağı bnm şeyime değiyor. o an öleceğimi fln düşündüm ya da bunun bir hayal olduğunu düşündüm ama değildi .Hatun ellerimin altındaydı istediğim her yerine doyasıya bakabiliyor ayrıca ayağını oramda hissetmem bana apayrı bir zevk veriyor değişik şeyler düşündürttürüyordu. Ayak parmaklarından masaja başladım.Kırmızı ojeliydi parmakları. Değiyordum sıcacıktı bana bırakmıştı kendini. Bana sorular soruyor aklımda kalan tek sorusu şuydu: Sevgilin var mı? Ayrıldık demiştim. Uzun bi muhabbet dönmüştü ama inanın hatırlamıyorum bole yarı erotik bi konuşmaydı. Mesela ben ona teninin rengini sormuştum çok salakça ama ergenim ve aklımda gitmişti, sormuştum bilmem demişti. O an böyle yavaşça üzerine uzanıp kalçalarına değdirmek sonrada dudaklarına yapışmak geçiyordu aklımdan sürekli, ama yapamıyordum. Ayaklarından bacaklarına geçmiştim kalçalara doğru yaklaştım ama dokunamadım hiç oraya sonra hemen belinin üstüne doğru sırtına masaja geçtim ordan omuzlarına sonra bu kalçalara değmem gerek demiştim içimden ve tekrar aşağıya indim artık dayanamıyordum ne olacaksa olsun dedim ve kalçalarına masaj yapmaya başladım sıkıyordum kalçalarını yumuşacıktı istediğim gibi sıkıyor sonra bırakıyordum. Sonra hafif hafif karatecilerin mermer kıracağı zamanki gibi elimi yamultup vurmaya başladım ki masaj yapıyorum ya sapık gibi sıkıp duramazdım. O kalçanın dalgalanışı hala gözümün önünde. Ben artık o vakitten sonra kendimde değildim bir şeyler yapmalıydım ama bilmiyordum hayatımda boyle bir şey hiç yaşamadım kesinlikle ne yapmam gerektiği konusunda aklımda en ufak bir fikir yoktu sadece kalp atışlarımın artmış olduğunu ve sağlıklı düşünemediğimi hatırlıyorum. Ne yapmalıyım ne yapayım gibisinden sorularla beynimin çalışma kapasitesini ibrenin sonuna dayamış halde MAL ÖTESİ, AJDAR MANTIĞI VE SABRİ ENERJİsi bi hareketleeeee arkadaşlar, elimi aşkımın bacak arasına attım.Evet tam bacak arasına. Kalçanın hemen altından. Atmaz olaydım kafamı eşşekler pottursaydı ama yaptım ergenim ulen ne bekliyosunuz? Çoğunuz bole bi kadınla bırak bu kadarını doğru dürüst konuşamazdınız biledürüst olun her neyse. Ben bu hareketi yapar yapmaz kadın hemen toparlandı ve geç kaldık annem merak eder şimdi çıkalım hadi demez mi? O an yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. kendime ne kadar küfür ettim hatırlamıyorum :D ama olan olmuştu.Ufak tefek saldırıp tecavüz fln etsem mi die düşündüm .şaka lan tamam dedim ben yukarı çıkmayacam biraz dolaşacam şey sigaran var mı benimki yukarıda kalmışta. Aşkım gitti ve mutfaktan bir sigara getirdi ben o esnada apartmanın içindeyim ayakkabılarımı giyiyorum getirdi al dedi. Aldım sigarayı şöle bi baktım oda bana baktı görüşürüz dedim elimi uzattım yanağından öpecektim ki dudağıma bir öpücük kondurdu. Bu anlattığım olaydan 15 dakika sonra kendime gelmiştim. Hala her şey hayal gibi geliyordu. Ama gerçekti yaşamıştım o yaşımda başıma gelebilecek en güzel şeydi.
Belkide ileri gitseydi iyi şeyler olmayabilirdi. Ne bileyim kadın kötü hissederdi fln bilmiyorum yaşandı bu kadardı ve bitmişti. O zamandan sonra bu kadın, apartmanımızda 4 yıl daha kaldı ama ben o 4 yıl boyunca bir daha doğru dürüst konuşamadım onunla 2 yıl hiç konuşmadım ondan sonraki yıllarda da selam sabah o kadar. Nedenini bilmiyorum. Bu zaman zarfı içinde 2 3 sevgilisi olmuştu eve atıyordu bunları artık onlar benim kaldığım yerden devam mı ediyorlardı yoksa direk mevzuya mı giriyorlardı bilemem… Bence zevkli, hafif mallık içeren, ergenlik kokan, azda olsa erotizm kokan, eğlenceli, güzel ve GERÇEK bir anıydı, paylaşmak istedim.
Yaşım 17-18 o yıllarda toyum. Kızlarla konuşurdum fln ama en fazla dudaktan 1 sn öpmüşlüğüm var o yaşıma kadar bütün tecrübe bu. yani zannetmeyin bu piç kızları götürüyordur falan diye yok ole bir şey olmayacakta baştan solim. O zamanlar bizim oralarda doğalgaz fln yok kömür sobası revaçta(8 yıl öncesi). Akşamları en sevdiğim zamanlardı kışları. Soba sıcacık yanar tv de bi film bulur annem ve kardeşlerimle izlerdik.
Bir apartmanda oturuyorduk 4. Katta.Bir alt katımızdakiler taşındı yerine ilginç bir aile geldi. Evli bir çift, kadının annesi ve her sabah adamı Hacı Muratla almaya gelen şöförü. Adamın hacı muratı vardı ama şöförüde vardı bilmiyorum zevk heralde. Kurtlar Vadisinde de bole biri vardı sanırım şahine binen onun gibi Zaza. Ama beyler bu adamın eşi öyle güzel öyle güzel bir kadındı ki anlatamam. 1..70 boy, 50-60 arası bi kilo sarışın.Kendine çok iyi bakan bomba bi hatun. Parfümü apartmanı öyle bi kokuturdu ki çatı katında mastürbasyon yapmak gelirdi içimden o kadar beni etkileyen bi hatun.Tabi ergenlik çağının vermiş olduğu bi ateşde var o zamanlar.Buraları geçecem bu aileyle 2 yılda tanıştık samimi olduk fln. Şükriye hatunun ismi o zamanlar 30 unda fln tam yaşını hiç öğrenemedim ama annemin yaptığı yaş tahminine güvenirim. Bir olaylar olmuş bu adam bir gece gider ve birdaha gelmez.Anasıyla kızı kalır evde tek başlarına ama Allahtan adam bunlara evi bırakır sonradan öğrendiğimiz kadarıyla bunların resmi nikahı yokmuş adamın başka karısı fln varmış.Bir aralar bu evi bastılar zaten silahla fln. İşte hikaye burda başlıyor gençler. Peçeteleri hazırlayın Artık bu kış akşamlarında neredeyse her akşam iki misafirimiz daha vardı Şükriye(ahhhhhh ahhh) ve annesi(anneside psikopatın önde gideniydi silah fln vardı bunda milli maçta kazansak çıkarır silahı 3. Kattan ateşlerdi manyak karı). Hasılı vel kelam biz Şükriye ve annesiyle iyice samimi olduk ben daha çok şükriyeyle tabi.
Şükriye diyorum burda ama o zamanlar abla çekiyorum aramızda en az 12 yaş var.Şükriye nasıl rahat bir tip görmeniz lazım. Muhabbeti daima +18. Anlattığı fıkraları annemle kardeşim duyunca kıpkırmızı kesilir bu karı kahkahayı basardı. Hiç unutmam bir keresinde ailecek oturuyoruz yine annem kardeşlerim o ve annesi.Ortaya şöle bir soru attı. “ anne açar baba sokar”? Herkes dumur olmuş ne diyeceğini şaşırır bu cevabı verir basardı kahkahayı . Bole değişik bir tipti. Beyler size giynişinden bahsedecem. Bu yavru bize her geldiğinde tayt giyer üzerinede ince dekolte bi t-shirt ceker gelirdi. Bu tayt bazen yeşil bazen gri bazende kırmızı olurdu. Ve oyle bir otururdu evdeki sadece o görüntü bile beni uçurur erotizmin pornonun hayal alemine sokar birinin ali demesiyle yada başka bi şeyle geri gelirdim. Bu yazıyı yazarken bile bir hoş oldum. Bir gün cep telefon numarasını aldım yada o bnmkini aldı emin değilim. Arasıra mesajlar atıyor Bayram seyranda ama zaten sürekli bizde bu hatun. Yine böyle kış gününün birinde Şükriye ve annesi bizdeler . ve Şükriye yine o harika müthiş beline kadar vücudunun her hattını ortaya çıkaran o kıpkırmızı taytını giymiş müthiş bir parfüm kokusuyla bize geldi. Bu konuşurken gülerken fln tam bi abaza olarak çaktırmadan bunu kesiyorum ama saliseler içinde tabi. birşeyler anlatsada herkes şükriyeye baksa diye içimden geçiriyorum rahat rahat orasına burasına bakabilcem ya . Arkadaşlar memeler kalça fln 4- 4 lük o kadar solim. Bu bazen yere oturur ayaklarınıda kalçalarına çekerdi dizleri başının altına gelirdi ole bişe . o zaman ölürdüm bacak arasına bakmak için o derece azdırırdı tam 3 ay bu kadını düşünerek banyoda kahır çektim öyle yani o kadar azdırırdı beni ve bir o kadar da ulaşılmazdı bnm için. O akşam da ben bu duygular ve bu abazalık halindeydim. Kimi tv izliyor kimi dedikodu yapıyo fln ole vakit geçiyordu. Derken cep telefonuma bir mesaj geldi.- naber? Gönderen:Şükriye
Şaşırmıştım 1 metre yanımda oturan kadın üstelik yarım saat önce bu muhabbetti yaptığım aşk tanrıçam neden böyle bir şey yapma gereksinimi duymuştu anlam veremedim.-ii senden fln derken bole muhabbet ettik. bana çok yorulduğunu solemişti hastanede danışmada görevliydi sanırım ole bişe.
Bu mesajı atınca yaklaşık 1 dk fln cevap yazmadım tvde sanki bir şey çok dikkatimi çekmiş numarısı yapıyordum. Aklımdan geçen ise bir alt katın bomboş ve aşkımın yorgun olmasıydı. Ne yapıp edip ona masaj yapmayı teklif etmeliydim ama nasıl? Ne cevap verecekti hadi olumlu dedi nasıl olacaktı. Aynı anda nasıl bomboş daireye gececez? kıllanır millet. İşin aslı ben bundan daha çok nasıl bu teklifi yapacam bunu düşünüyordum nasıl bi heyecan yaptım bole unutamam hala. Ama aklımda bişeler kurguladım ve buna o mesajı gönderdim. Hala inanamam zaten nasıl bole bir şey yapabildim. Aşk tanrıçam nedese beğenirsiniz. Bırakın onla yatmayı öpmeyi fln ona değmenin düşüncesi bile kalbimi yerinden fırlatacak gibiyken ne dedi biliyormusunuz?- tamam .. Bu cevabı beklemiyordum bir bahane bulacağını düşünüyordum nasıl olacak saçmalama annem burda fln ole bi bahane bekliyordum ama o tamam dedi. İyice Yusuf Yusuf olmuştum kabul etmişti. Nasıl olacak peki dedi. Ben şimdi onlara bakkala gideceğimi söyleyeceğim sende benden 5 - 10 dk sonra telefon görüşmesi yapacağını sole eve gir bana mesaj at bende geleyim dedim. Buraya kadar herşey kusursuz şekilde çalışmıştı. Kapıyı çaldığımda açması hala gözlerimin önünde.
Gel dedi, odaya geçtik. Kanepeye oturdum uzan dedim yüzüstü uzandı ayakları dizlerimin biraz daha yukarısında başının altında pembe bir yastık yüzünde mükemmel bir tebessümle uzanmış ayağının biri benim ufaklığa yapışık halde bekliyor. O mükemmel kalçaları beyaz t-shirtünün altında rengi belli olan siyah sütyeni, iççamaşırının taytta ki izleri herşey gözümün önünde ellerim bunun bacaklarında, aşkımın bir ayağı bnm şeyime değiyor. o an öleceğimi fln düşündüm ya da bunun bir hayal olduğunu düşündüm ama değildi .Hatun ellerimin altındaydı istediğim her yerine doyasıya bakabiliyor ayrıca ayağını oramda hissetmem bana apayrı bir zevk veriyor değişik şeyler düşündürttürüyordu. Ayak parmaklarından masaja başladım.Kırmızı ojeliydi parmakları. Değiyordum sıcacıktı bana bırakmıştı kendini. Bana sorular soruyor aklımda kalan tek sorusu şuydu: Sevgilin var mı? Ayrıldık demiştim. Uzun bi muhabbet dönmüştü ama inanın hatırlamıyorum bole yarı erotik bi konuşmaydı. Mesela ben ona teninin rengini sormuştum çok salakça ama ergenim ve aklımda gitmişti, sormuştum bilmem demişti. O an böyle yavaşça üzerine uzanıp kalçalarına değdirmek sonrada dudaklarına yapışmak geçiyordu aklımdan sürekli, ama yapamıyordum. Ayaklarından bacaklarına geçmiştim kalçalara doğru yaklaştım ama dokunamadım hiç oraya sonra hemen belinin üstüne doğru sırtına masaja geçtim ordan omuzlarına sonra bu kalçalara değmem gerek demiştim içimden ve tekrar aşağıya indim artık dayanamıyordum ne olacaksa olsun dedim ve kalçalarına masaj yapmaya başladım sıkıyordum kalçalarını yumuşacıktı istediğim gibi sıkıyor sonra bırakıyordum. Sonra hafif hafif karatecilerin mermer kıracağı zamanki gibi elimi yamultup vurmaya başladım ki masaj yapıyorum ya sapık gibi sıkıp duramazdım. O kalçanın dalgalanışı hala gözümün önünde. Ben artık o vakitten sonra kendimde değildim bir şeyler yapmalıydım ama bilmiyordum hayatımda boyle bir şey hiç yaşamadım kesinlikle ne yapmam gerektiği konusunda aklımda en ufak bir fikir yoktu sadece kalp atışlarımın artmış olduğunu ve sağlıklı düşünemediğimi hatırlıyorum. Ne yapmalıyım ne yapayım gibisinden sorularla beynimin çalışma kapasitesini ibrenin sonuna dayamış halde MAL ÖTESİ, AJDAR MANTIĞI VE SABRİ ENERJİsi bi hareketleeeee arkadaşlar, elimi aşkımın bacak arasına attım.Evet tam bacak arasına. Kalçanın hemen altından. Atmaz olaydım kafamı eşşekler pottursaydı ama yaptım ergenim ulen ne bekliyosunuz? Çoğunuz bole bi kadınla bırak bu kadarını doğru dürüst konuşamazdınız biledürüst olun her neyse. Ben bu hareketi yapar yapmaz kadın hemen toparlandı ve geç kaldık annem merak eder şimdi çıkalım hadi demez mi? O an yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. kendime ne kadar küfür ettim hatırlamıyorum :D ama olan olmuştu.Ufak tefek saldırıp tecavüz fln etsem mi die düşündüm .şaka lan tamam dedim ben yukarı çıkmayacam biraz dolaşacam şey sigaran var mı benimki yukarıda kalmışta. Aşkım gitti ve mutfaktan bir sigara getirdi ben o esnada apartmanın içindeyim ayakkabılarımı giyiyorum getirdi al dedi. Aldım sigarayı şöle bi baktım oda bana baktı görüşürüz dedim elimi uzattım yanağından öpecektim ki dudağıma bir öpücük kondurdu. Bu anlattığım olaydan 15 dakika sonra kendime gelmiştim. Hala her şey hayal gibi geliyordu. Ama gerçekti yaşamıştım o yaşımda başıma gelebilecek en güzel şeydi.
Belkide ileri gitseydi iyi şeyler olmayabilirdi. Ne bileyim kadın kötü hissederdi fln bilmiyorum yaşandı bu kadardı ve bitmişti. O zamandan sonra bu kadın, apartmanımızda 4 yıl daha kaldı ama ben o 4 yıl boyunca bir daha doğru dürüst konuşamadım onunla 2 yıl hiç konuşmadım ondan sonraki yıllarda da selam sabah o kadar. Nedenini bilmiyorum. Bu zaman zarfı içinde 2 3 sevgilisi olmuştu eve atıyordu bunları artık onlar benim kaldığım yerden devam mı ediyorlardı yoksa direk mevzuya mı giriyorlardı bilemem… Bence zevkli, hafif mallık içeren, ergenlik kokan, azda olsa erotizm kokan, eğlenceli, güzel ve GERÇEK bir anıydı, paylaşmak istedim.
28 Temmuz 2012 Cumartesi
Sınıf Farkı
Henüz, öğrenci olmanın nasıl bir şey olacağını bilmiyordum. Kocaman
gözlerle kısık kısık bakıyordum hayata. O kadar yabancıydım ki yerlisi
olduğum bu topraklara. Aynı evde, farklı bir odada yaşamak gibiydi okula
başlamak. Korkuyu yaşadım ayakkabımın bağcıklarına kadar. Başımı
kaldırdığımda o kadar da kötü olmayacağını anladım. Ah rahmetlik. Ders
kitaplarımızı alacak kadar iyi bir adamdı öğretmenim. Cenaze
haberlerini alır almaz ev ev gezecek kadar da ince ruhlu. Kolay kolay denmez herkes için 'iyi bir adamdı' diye. İyi bir adamdı öğretmenim.
Güzel bir kız vardı bir de. Bizim çapaklı gözlerimizin göremeyeceği kadar güzel. Saman gibi olan saçlarımızla kıyaslayamayacağımız kadar güzel saçları, kocaman kömür karası gözleri vardı. Işık saçıyordu etrafına. Bir o kadar da akıllıydı, bu bize farklı görünen kız. Onun yüzünden akıllı olmaya karar verdik biz bir kaç arkadaş. Bir kadına güzel görünmek için akıllı olmak gerekirmiş meğer; onu öğrendik henüz 7 yaşında. Ne yaptıysak olamadık onun gibi. Ne yaptıysak güzel görünemedik gözüne. Belki de eksikti bir şeyler bizde.
Okumayı çözdük artık. Ters çevirip okuyorduk metinleri, dalga geçiyorduk maharetimizle. Gün geldi çattı, öğretmen sözlü yapacak tüm sınıfı. İki gün ateşler içinde yatmış bedenim, omuzlarımın üzerinde duran başımdan bihaberdi sanki. O vaziyette geldim oturdum her zamanki yerime. Öğretmenimiz, sınavda başarısız olanları duvar tarafındaki sıralara, orta derecede başarılı olanları orta kısımdaki sıralara, çok başarılı olanları ise cam kenarındaki sıralar bölümüne oturtacaktı. Her birimizden bir cümle yazmamızı istedi. En hızlı ve kendinden emin olanlar hemen cam kenarına geçtiler. Aval aval tahtaya bakanlar ise duvar kenarına... Çok az zorlananlar ise sınıfın göbeğinde oturacaklardı. Zamanla resim ortaya çıkmaya başladı. Semtimizin haylazları ve bakkal dükkanı olan adamların çocukları dizildiler duvar dibine. Cam kenarı ise tertemiz, pırıl pırıl çocuklar ile dolmaya başladı yavaştan. Ben ise çok rahattım. Çünkü çok başarılı bir öğrenciydim. Nihayet sıra bana geldi. Ayağa kalktım, bir anda başım dönmeye başladı. Bir anda hiç bir şey duyamayacak kadar sağır oldum. Kusacak gibiydim ama dayanmalıydım. Öğretmenim bana döndü ve cümlemi verdi. Asla unutamam:
-Yaz bakalım '' Atatürk'ü çok severiz''
Bir anda o kadar çok sevindim ki. Benim için çok kolaydı bu. Başarılı biri olduğumu düşündüğünden olacak ki, bana kesme işareti kullanılması gereken bir cümle verdi. Ve ben bunu biliyordum.
Bastıra bastıra yazdım. Boncuk boncuk terlemiştim ama gülümsüyordum içimden. Kesme işaretini çok kararlı bir şekilde koydum. Öğretmenim:
- Tembeller sırasına geç, dedi.
Şaşırdım. Midem bulanmaya başladı. Tembeller sırasının en önünde oturuyordum. Çalışkanlar sırasının en önünde oturan o güzel kıza bakarken düşünmeye başladım. Nerede hata yaptığımı anlamamıştım. Ali hoca sözlüyü durdurmuş, kara kara düşünüyordu. Sonra tahtaya baktım hatamı bulabilmek için. Sonunda yanlışımı görmüştüm. Şöyle yazmıştım: Ataürk'ü çok severiz. 'Atatürk' yazamamıştım. Yanlış yazmam gereken en son şeyi yanlış yazmıştım. Ağlamaklı oldum bir anda. Burada olmamam gerekiyordu. Kulağımda Ali Öğretmen'in sesi yankılanıyordu. Ergün...Ergüün...Ergüüünn…
-Ergün!!
-Efendim öğretmenim?
-Tahtaya gel.
-......
-Arkadaşınız hasta idi. Ona bir şans daha verelim.
Bir şansım daha vardı, onunla aynı yerde oturabilmek için. Tahtaya geldim, tebeşiri elime aldım. Ve bu kez başka bir cümleyi yazdım, eksiksiz.
-Aferin, orta sıraya geç.
Yine olmamıştı. Ama olsun. En azında daha yakındım o güzelliğe. Eskisinden daha iyi bir yerdeydim hiç olmazsa. Uzansam dokunabilirdim. Konuşsam sesimi duyardı. O, camın önüne konmuş eşsiz bir çiçek gibi güneşle birlikte parlıyor, ben ise onu seyrediyordum.
Gece uyumadan önce hep o günü düşündüm. Orta sırada oturduğuma sevinmiştim. Bencillik etmiştim oysa. Benim duvar dibinde oturan arkadaşlarım da vardı. Oyunlar oynadığımız, bazen de kavgaya tutuştuğumuz arkadaşlarım. Bazen birlikte okula geldiğim, bazen de öğle arasında yumurta tokuşturduğum arkadaşlarım. Neden olmuştu bu? Neden ayırmışlardı bizi? Oysa herkes oturabilmeydi her yere. Oysa çalışkan ve tembel diye ayrılmamalıydı çocuklar. Çocuklar ayrılmamalıydı. O küçük zihnimle düşünmüştüm bunları. O günden sonra fikrim hiç değişmedi. Saçları daha parlak olan arkadaşlarla da misket oynayabilmeliydik. Nasıl olduysa olmuştu işte, yerleşmişti aklıma bu düşünce.
Sol elimi koydum yine yüzüme, ona doğru bakarken. Aynı sınıfta, sınıf farkı vardı aramızda. Anlamıştım.
haberlerini alır almaz ev ev gezecek kadar da ince ruhlu. Kolay kolay denmez herkes için 'iyi bir adamdı' diye. İyi bir adamdı öğretmenim.
Güzel bir kız vardı bir de. Bizim çapaklı gözlerimizin göremeyeceği kadar güzel. Saman gibi olan saçlarımızla kıyaslayamayacağımız kadar güzel saçları, kocaman kömür karası gözleri vardı. Işık saçıyordu etrafına. Bir o kadar da akıllıydı, bu bize farklı görünen kız. Onun yüzünden akıllı olmaya karar verdik biz bir kaç arkadaş. Bir kadına güzel görünmek için akıllı olmak gerekirmiş meğer; onu öğrendik henüz 7 yaşında. Ne yaptıysak olamadık onun gibi. Ne yaptıysak güzel görünemedik gözüne. Belki de eksikti bir şeyler bizde.
Okumayı çözdük artık. Ters çevirip okuyorduk metinleri, dalga geçiyorduk maharetimizle. Gün geldi çattı, öğretmen sözlü yapacak tüm sınıfı. İki gün ateşler içinde yatmış bedenim, omuzlarımın üzerinde duran başımdan bihaberdi sanki. O vaziyette geldim oturdum her zamanki yerime. Öğretmenimiz, sınavda başarısız olanları duvar tarafındaki sıralara, orta derecede başarılı olanları orta kısımdaki sıralara, çok başarılı olanları ise cam kenarındaki sıralar bölümüne oturtacaktı. Her birimizden bir cümle yazmamızı istedi. En hızlı ve kendinden emin olanlar hemen cam kenarına geçtiler. Aval aval tahtaya bakanlar ise duvar kenarına... Çok az zorlananlar ise sınıfın göbeğinde oturacaklardı. Zamanla resim ortaya çıkmaya başladı. Semtimizin haylazları ve bakkal dükkanı olan adamların çocukları dizildiler duvar dibine. Cam kenarı ise tertemiz, pırıl pırıl çocuklar ile dolmaya başladı yavaştan. Ben ise çok rahattım. Çünkü çok başarılı bir öğrenciydim. Nihayet sıra bana geldi. Ayağa kalktım, bir anda başım dönmeye başladı. Bir anda hiç bir şey duyamayacak kadar sağır oldum. Kusacak gibiydim ama dayanmalıydım. Öğretmenim bana döndü ve cümlemi verdi. Asla unutamam:
-Yaz bakalım '' Atatürk'ü çok severiz''
Bir anda o kadar çok sevindim ki. Benim için çok kolaydı bu. Başarılı biri olduğumu düşündüğünden olacak ki, bana kesme işareti kullanılması gereken bir cümle verdi. Ve ben bunu biliyordum.
Bastıra bastıra yazdım. Boncuk boncuk terlemiştim ama gülümsüyordum içimden. Kesme işaretini çok kararlı bir şekilde koydum. Öğretmenim:
- Tembeller sırasına geç, dedi.
Şaşırdım. Midem bulanmaya başladı. Tembeller sırasının en önünde oturuyordum. Çalışkanlar sırasının en önünde oturan o güzel kıza bakarken düşünmeye başladım. Nerede hata yaptığımı anlamamıştım. Ali hoca sözlüyü durdurmuş, kara kara düşünüyordu. Sonra tahtaya baktım hatamı bulabilmek için. Sonunda yanlışımı görmüştüm. Şöyle yazmıştım: Ataürk'ü çok severiz. 'Atatürk' yazamamıştım. Yanlış yazmam gereken en son şeyi yanlış yazmıştım. Ağlamaklı oldum bir anda. Burada olmamam gerekiyordu. Kulağımda Ali Öğretmen'in sesi yankılanıyordu. Ergün...Ergüün...Ergüüünn…
-Ergün!!
-Efendim öğretmenim?
-Tahtaya gel.
-......
-Arkadaşınız hasta idi. Ona bir şans daha verelim.
Bir şansım daha vardı, onunla aynı yerde oturabilmek için. Tahtaya geldim, tebeşiri elime aldım. Ve bu kez başka bir cümleyi yazdım, eksiksiz.
-Aferin, orta sıraya geç.
Yine olmamıştı. Ama olsun. En azında daha yakındım o güzelliğe. Eskisinden daha iyi bir yerdeydim hiç olmazsa. Uzansam dokunabilirdim. Konuşsam sesimi duyardı. O, camın önüne konmuş eşsiz bir çiçek gibi güneşle birlikte parlıyor, ben ise onu seyrediyordum.
Gece uyumadan önce hep o günü düşündüm. Orta sırada oturduğuma sevinmiştim. Bencillik etmiştim oysa. Benim duvar dibinde oturan arkadaşlarım da vardı. Oyunlar oynadığımız, bazen de kavgaya tutuştuğumuz arkadaşlarım. Bazen birlikte okula geldiğim, bazen de öğle arasında yumurta tokuşturduğum arkadaşlarım. Neden olmuştu bu? Neden ayırmışlardı bizi? Oysa herkes oturabilmeydi her yere. Oysa çalışkan ve tembel diye ayrılmamalıydı çocuklar. Çocuklar ayrılmamalıydı. O küçük zihnimle düşünmüştüm bunları. O günden sonra fikrim hiç değişmedi. Saçları daha parlak olan arkadaşlarla da misket oynayabilmeliydik. Nasıl olduysa olmuştu işte, yerleşmişti aklıma bu düşünce.
Sol elimi koydum yine yüzüme, ona doğru bakarken. Aynı sınıfta, sınıf farkı vardı aramızda. Anlamıştım.
24 Temmuz 2012 Salı
Yılmaz Özdil Tarzı Yazım vol.1
Türk kovboy atına binmiş,
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
atından inmiş.
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
dıgıdık
*
atından inmiş.
22 Temmuz 2012 Pazar
Biz de Bir Zamanlar Çocuktuk !
Okul biter 3 aylık koskocaman bi yaz tatili başlardı.
Tatil başlarında hep takımlar kurar toprak sahada maç yapardık. Ya da sitenin bahçesine çıkar apartman kapısını kale yapar 9 aylık, 12 aylık denen ve 1 kişinin kaleye geçip diğer iki kişinin 9 aylıkta topa 1 defa vurmak şartı, 12 aylıkta ise topu yere değdirmeme şartıyla, çeşitli vuruş şekillerine göre puanlama yapılan ve 9 veya 12 ye tamamlanarak oynanan oyunlarımız vardı. Bina sakinleri çok şikayetçilerdi. Malum bina kapısı kalemizdi. Ama zamanla onlarda alışırdı ve bazen çekirdeklerini alıp balkondan bizi seyrederlerdi. O seyir edildiğimizi görme heycanı bizi kıpır kıpır yapar oyundaki performansımızı arttırırdı. Hele ki bide kendi aileniz balkondan çıkıp "hele bizim oğlan nasıl top oynuyo" diye bakmaları yani en azından biz onun için baktıklarını sanmamız...
Şu anda aklımda kalan 28 tane çok samimi arkadaşım vardı. Arkadaş çevremiz ve oyunlarımız çok çeşitliydi. Yazın nasıl geçtiğini bile anlayamazdık. Okul açıldığında sıra arkadaşıma ilk sözüm hep "ulan tatilin başlangıcını daha dün gibi hatırlıyorum" olurdu. Yazın bi sürü oyun oynardık ve herşeyin bi zamanı vardı.
Deleme(topaç), Gülle(misket), Tabanca(boncuklu plastik tabanca), Taso, Yedikule, Boru dediğimiz bi sürü oyunumuz vardı hepsini teker teker açıklayacam az sonra...:)
Dediğim gibi herşeyin bi zamanı vardı. Bu zamanı genelde büyükler belirlerdi. Örneğin büyükler topaçtan sıkıldığı vakit tasoya başlarlardı ve biz küçükler için artık taso zamanı gelmişti.
Küçükken çok iyi topaç oynardım. Herkesin evinde geçen seneden kalma bir topacı olmasına rağmen topaç zamanı geldiği zaman bakkallar topaç satardı. Tanesi 25 binden. Ben de ilk başladığı vakit hemen bakkala koşardım çünkü geç gitmek halinde bakkalda topaç kutusunun altındaki kötü topaçlar bize kalacaktı. En iyi orta boyutta topaçlardan en az 2 tane alırdım. Bazen abimle beraber giderdik. Abim maymun iştahı bana bulaşır ve bu sayı 6-7 e kadar çıkardı.
Topaç almakla marifet bitmezdi. Sade renksiz bi topacı olanlara acemi gözüyle bakarlardı. Eve gider topacımı sulu boya ile boyardım. Sulu boyanın boyasını tükürüğümden yapardım. Nedense o yıllarda tükürüğün boya üzerinde kalıcı etki bıraktığını sanardım. Annem kızmasına rağmen genede sulu boyayı tükürükle ıslatır topacımı onla boyardım. Yetmezdi. Çünkü çoğu kişinin sulu boyası vardı ve herkes boyardı. Herkesten farklı olmak lazımdı. Bende gidip babamın tamir çantasından bi kaç tane raptiye alırdım gizlice. Neden gizlice yaptığımı bende bilmiyorum oysa babam hiç kızmazdı böyle şeylere. Aldığım raptiyeleri topacın tepesine çakardım ve güneş altında oynadığımızda sarı renkli raptiye ropacın üstünde güneş ışığı etkisiyle altın parıldama efekti verir millet mest olurdu
Topaç oynarken çeşitli terimlerimiz vardı. Nik Vurma, Tırtırmenco, Gomo, Aktırma, Kız Atışı, Erkek Atışı, İp üstünde dans, vınnını çıkarmak gibi.
Nik dediğimiz şey topacın altındaki demir kısımdı.
Tırtırmenco dediğimiz topaçın tırtırlı betonda döndürülmesi ile nikinin tahrip olması ve titreyerek dönemesiydi.
Gomo dediğimiz şişman ve döndürülmesi zor olan topaçlardı.Bu topaçlar genelde bakkaldaki kutunun en altında bulunurdu.
Aktırma dediğimiz şey topaç dönerken topaç ın ipi(kınap) ile topacı yine döner halde kaldırıp elde kısa bi süre dönderip yine döner halde yere bırakma.
Bu bi tura 1 aktırma derdik.
Kız atışı dediğimiz kolay atıştı ve baş parmak ile işaret parmağı arasına topacı alarak kolu bi savurup geri çekilmesi ile yapılan atıştı ve çok kolaydı.
Erkek atışı daha zordu kız atışındaki parmaklara ilaveten orta parmak kullanılır ve bu atış el havaya kaldırılıp topaçla birlikte hızlıca yere indirilerek yapılan atıştı. Kimisi bunu topacı ters tutarak atardı benim gibi. Ters tutup erkek atışı yapmak arkadaşlar arasında bi kaç kişiye özgüydü ve bunu genellikle büyük abilerimiz yapardı.
İp üstünde dans dediğimiz şey topaç dönerken ip ile topacın nikini iyice tutturularak yavaşça havaya kaldırılamsıydı. Bu kaldırma işleminde ip nike takılır ve topaça ip takılmasına rağmen hala dönerdi. Bu da çok zor bi hareketti ve bunu her atışımda rahatlıkla yapardım. Çünkü püf noktası bilirdim. Topaç aldıktan sonra nik i pense ile hafifçe dışarı çıkarırdım. Bu kuvvet isterdi bazen abimden yardım alırdım.
Vınnını çıkarmak dediğim şeyse yine profesyonellere özgü bir şeydi. Topacı attıktan sonra o kalabalık hengame içinde hızdan kaynaklanan bi sesti. Bu sesi çıkarmak hızlı bi atış dolayısla güçlü bir kol isterdi.
Terimleride açıkladıktan sonra gelelim oyunumuza.
Oyunumuzda en az aktırma yapan arkadaşın topacı toprak saha da çizilen yuvarlağın tam ortasına konulurdu ve diğer oyuncuların topaçları ile yerde kalan topacı nik darbeleriyle tahrip etmesiyle alınan büyük haz a bağlı bi oyundu. Bazen yuvarlağın içinden çok kıymetli boyalı topacın alıp ağlayarak eve kaçanlar bile olurdu. Bu oyuncular ertesi sabah tekrar oyuna gelirdi ve kimse oyunu almazdı o kişiyi. Ama benim yüksek otoritem bu arkadaşa torpil geçmemi istiyordu ve genede arkadaşı oyuna alıdırıyordum.
topaç oyunumuz da böyleydi.
Gülle yani misket denen oyunu hiç oynamadım. Bilmiyordum, öğrenemedim. Ama abim çok iyi oynar, bazen bu çok iyi oyunculuğu yüzünden bi çok kişinin değerli misketlerini yutar, kıskançlık etkisiyle kavgaya bile tutuşurlardı.
Tabanca dediğimiz oyunumuz da tam bir felaketti. Tabancadan kastım boncuklu silah veya pıtpıtlı tabanca dedikleri plastik tabanca. Genelde bayram vakitleri bakkalara tabancalar gelirdi ve gerçeğini hiç aratmazdı. Plastik ve boncuk atan bu tabancalar her çıktığında annem uyarır sakın pıtpıtlı tabanca alma yoksa seni eve almam derdi. Ben aldırmazdım. Gider babamdanda para alırdım ve en büyüğünden bi tabanca alırdım.
Aldığım tabancalar genelde uzun namluluu olurdu ve boyumun yarısı kadardı. Eve gider binbir azardan sonra annemin dikiş kutusundan ip alır iple bağlar sırtıma dolardım. Oda yetmezmiş gibi 2-3 gün sonra gider bakkaldan bu sefer tabanca versiyonu olan küçüğünüde alırdım.
Tabanca tamiratı konusunda sitede üzerime kimse yoktu. Bozulan tabancalar bana getirilirdi. Bozulmaktan kasıt ya yayı çıkardı, ben eski bozuk tabancalarımdan birinin yayını takardım, yada içinde ufak bi parça kırılırdı yıldız tornavida ile parçayı söker eski kırık tabancalarımdan kalma parçayı takardım. Tabii bu olayda sitede yıldız tornavidanın bir tek babamın alet çantasında bulunmasınında etkisi büyüktü. Tamirat sonucu arkadaşlardan bi paket boncuk alırdım. Bu boncuklar tabancaların içine konulurdu binevi mermi görevi görürdü.
Gelelim savaşa...
Savaş bazen kendi aramızda gruplaşarak bazen başka mahallerelere baskın yaparak yada baskın yiyerek olurdu. 1-2 defa başka mahalleye baskın yaptık .Genelde hep baskın yerdik. Ama bizim yerimiz iyidi. Sitenin pencereleri arasında gizlenir gelen çocuklara siteden ateş açardık. Boncukların cam kırmadığını bilen bina sakinleri rahatsız olmazdı.
Bu savaşlar boncuk(mermi) paylaşımının ve savaş ortasında yayı atan veya silahı kırılan arkadaşlarımızla silah paylaşmının,grup çalışmasının ve dolayısıyla dostuklarımızın pekiştirmenin en iyi yoluydu. Savaş ortasında 2 aylık küs arkadaşlarımızın barıştığını bile hatırlarım.
Gelelim tasoya.
Taso dediğim plastik ve üzerinde çeşitli resimlerin bulunduğu yuvarlak cisim. Tasolar genelde cipslerin içinden çıkardı.Gerçekten taso konusunda hatrı sayılır bi biriktirmişliğim vardı benim. Bu birikmişliğim bi sarelle kutu dolusu tasoydu. Bu kutu o zamanki servetimizdi. Hatta şimdi aklıma geldi mahallenin büyük ve popülaritesi yüksek bir abisinin fen liselerine giriş sınavı için hazırlığı döneminde bütün tasolarını su deposunun üstüne çıkarak dağıtması beni çok etkilemişti.Bende aradan bi gün geçtikten sonra özentimi yenemedim ve aynısı yaptım. Çok pişman olmuştum çünkü ertesi yaz tasosuz kalmıştım.
Gelelim taso oyunumuza.
Taso oyunumuz çok güzeldi. İki oyuncu tasolarını alır bi betonda veya kaldırımda oturur eşit sayıda tasoları ortaya dikerlerdi.Oyuncular ilk vuruşu kimin yapacağını belirlemek adına "açık-kapalı" denen bi sistem uygularlardı.Oyuncuların atış yapacağı tasolar
birer defa yere vurulurdu.tasonun ön yüzü gelirse açık arka yüzü gelirse kapalı olurdu.2 defa üst üste açık yapan oyuna ilk vuruşu yapma şansını yakalayarak başlardı.Yere dikilen tasolara yine tosalarla vurularak ön yüzü çevirilmeye çalışılırdı. Ön yüzü çeviren tasoları kapardı.
Ben taso konusunda mahalledeki büyükleri bile rahatlıkla yutardım ve çok kıskanılırdım.
çok değerli tasolarda vardı bunlar pahalı cipslerden çıkardı ve tivili taso dediğimiz tasolardı.tutuş şeklini değiştirdiğimizde üzerindeki resim de değişirdi. Bu tivili tasoları yere dikmek cesaret isterdi. Üstelik bu tasolarla atışta yapılmazdı çünkü atış yapılırsa üstündeki şeffaf katman kalkıyor ve taso tivi özelliğini kaybediyordu.
Biz yaz akşamları da hep sitenin bahçesindeydik. Yemek yedikten sonra enerjimizi toplar akşam yine oyun oynamaya çıkardık.
Akşamları site bahçemiz şen şakraktı. Annelerimiz de bahçeye çıkar çekirdek ve çay süper ikilisinin tadına sohbet ile varırlardı.
Yaz akşamlarımız yegane oyunu ya saklambaç yada yedikuleydi. Saklambacı bilmeyen yoktur.
Yedikule dediğimiz oyun 7 adet mermer taşının üst üste konularak top ile oynanan bi oyundu. 8 kişi ile oynanırdı. Biri ebe olurdu.Ebe olmayan biri top ile 7 mermer taşlı kuleyi bozardı. Ebe topu alıp gelene kadar 7 kişi saklanırdı. Ebe o 7 mermer taşlı kuleyi bozdurmadan 7 kişiyi topla vurarak ilk vurulana ebeliği devrederdi.
Gelelim boruya.
Boru mu evet boru evet evet bildiğim ağza girecek kadar büyüklükteki boru. Peki ne yapardık bu borularla?
İlk başta tesisatçıdan sağlan bi boru alırdık. Küçük çaplı bi boru ağıza sığıcak kadar. Daha sonra boruya uygun külah yapıp borunun içe koyardık ve birbirimize üfleyerek külah atardık. Buda çok zevkliydi bizim için.Boncuklu tabanca da yaptığımız savaşın aynısını borudada yapardık. Ama bi kaç fırlama vardı ki sormayın gitsin. O külahın için ufak taş koyunca öyle bi can yakardıki sormayın. Zaten külahı yerden kaldırıp içinde taş olduğunu görünce kavgaya tutuşurduk :)
Taşlı külah atanlar genelde diğer mahallenin çocukları olurdu.
yani özet geçmek gerekirse çocukluk dönemimdeki bi kaç oyundan bahsettim. Şimdiki çocuklar bilgisayar da çoklu oyuncuyla oynanan oyunların kölesi halinde. Siz siz olun bahçeli ve çok çocuğu olan bi yerden ev alın. Ev almayın bahçe ve çocuğunuza arkadaş olacak bol çocuklu bi yer alın...
Tatil başlarında hep takımlar kurar toprak sahada maç yapardık. Ya da sitenin bahçesine çıkar apartman kapısını kale yapar 9 aylık, 12 aylık denen ve 1 kişinin kaleye geçip diğer iki kişinin 9 aylıkta topa 1 defa vurmak şartı, 12 aylıkta ise topu yere değdirmeme şartıyla, çeşitli vuruş şekillerine göre puanlama yapılan ve 9 veya 12 ye tamamlanarak oynanan oyunlarımız vardı. Bina sakinleri çok şikayetçilerdi. Malum bina kapısı kalemizdi. Ama zamanla onlarda alışırdı ve bazen çekirdeklerini alıp balkondan bizi seyrederlerdi. O seyir edildiğimizi görme heycanı bizi kıpır kıpır yapar oyundaki performansımızı arttırırdı. Hele ki bide kendi aileniz balkondan çıkıp "hele bizim oğlan nasıl top oynuyo" diye bakmaları yani en azından biz onun için baktıklarını sanmamız...
Şu anda aklımda kalan 28 tane çok samimi arkadaşım vardı. Arkadaş çevremiz ve oyunlarımız çok çeşitliydi. Yazın nasıl geçtiğini bile anlayamazdık. Okul açıldığında sıra arkadaşıma ilk sözüm hep "ulan tatilin başlangıcını daha dün gibi hatırlıyorum" olurdu. Yazın bi sürü oyun oynardık ve herşeyin bi zamanı vardı.
Deleme(topaç), Gülle(misket), Tabanca(boncuklu plastik tabanca), Taso, Yedikule, Boru dediğimiz bi sürü oyunumuz vardı hepsini teker teker açıklayacam az sonra...:)
Dediğim gibi herşeyin bi zamanı vardı. Bu zamanı genelde büyükler belirlerdi. Örneğin büyükler topaçtan sıkıldığı vakit tasoya başlarlardı ve biz küçükler için artık taso zamanı gelmişti.
Küçükken çok iyi topaç oynardım. Herkesin evinde geçen seneden kalma bir topacı olmasına rağmen topaç zamanı geldiği zaman bakkallar topaç satardı. Tanesi 25 binden. Ben de ilk başladığı vakit hemen bakkala koşardım çünkü geç gitmek halinde bakkalda topaç kutusunun altındaki kötü topaçlar bize kalacaktı. En iyi orta boyutta topaçlardan en az 2 tane alırdım. Bazen abimle beraber giderdik. Abim maymun iştahı bana bulaşır ve bu sayı 6-7 e kadar çıkardı.
Topaç almakla marifet bitmezdi. Sade renksiz bi topacı olanlara acemi gözüyle bakarlardı. Eve gider topacımı sulu boya ile boyardım. Sulu boyanın boyasını tükürüğümden yapardım. Nedense o yıllarda tükürüğün boya üzerinde kalıcı etki bıraktığını sanardım. Annem kızmasına rağmen genede sulu boyayı tükürükle ıslatır topacımı onla boyardım. Yetmezdi. Çünkü çoğu kişinin sulu boyası vardı ve herkes boyardı. Herkesten farklı olmak lazımdı. Bende gidip babamın tamir çantasından bi kaç tane raptiye alırdım gizlice. Neden gizlice yaptığımı bende bilmiyorum oysa babam hiç kızmazdı böyle şeylere. Aldığım raptiyeleri topacın tepesine çakardım ve güneş altında oynadığımızda sarı renkli raptiye ropacın üstünde güneş ışığı etkisiyle altın parıldama efekti verir millet mest olurdu
Topaç oynarken çeşitli terimlerimiz vardı. Nik Vurma, Tırtırmenco, Gomo, Aktırma, Kız Atışı, Erkek Atışı, İp üstünde dans, vınnını çıkarmak gibi.
Nik dediğimiz şey topacın altındaki demir kısımdı.
Tırtırmenco dediğimiz topaçın tırtırlı betonda döndürülmesi ile nikinin tahrip olması ve titreyerek dönemesiydi.
Gomo dediğimiz şişman ve döndürülmesi zor olan topaçlardı.Bu topaçlar genelde bakkaldaki kutunun en altında bulunurdu.
Aktırma dediğimiz şey topaç dönerken topaç ın ipi(kınap) ile topacı yine döner halde kaldırıp elde kısa bi süre dönderip yine döner halde yere bırakma.
Bu bi tura 1 aktırma derdik.
Kız atışı dediğimiz kolay atıştı ve baş parmak ile işaret parmağı arasına topacı alarak kolu bi savurup geri çekilmesi ile yapılan atıştı ve çok kolaydı.
Erkek atışı daha zordu kız atışındaki parmaklara ilaveten orta parmak kullanılır ve bu atış el havaya kaldırılıp topaçla birlikte hızlıca yere indirilerek yapılan atıştı. Kimisi bunu topacı ters tutarak atardı benim gibi. Ters tutup erkek atışı yapmak arkadaşlar arasında bi kaç kişiye özgüydü ve bunu genellikle büyük abilerimiz yapardı.
İp üstünde dans dediğimiz şey topaç dönerken ip ile topacın nikini iyice tutturularak yavaşça havaya kaldırılamsıydı. Bu kaldırma işleminde ip nike takılır ve topaça ip takılmasına rağmen hala dönerdi. Bu da çok zor bi hareketti ve bunu her atışımda rahatlıkla yapardım. Çünkü püf noktası bilirdim. Topaç aldıktan sonra nik i pense ile hafifçe dışarı çıkarırdım. Bu kuvvet isterdi bazen abimden yardım alırdım.
Vınnını çıkarmak dediğim şeyse yine profesyonellere özgü bir şeydi. Topacı attıktan sonra o kalabalık hengame içinde hızdan kaynaklanan bi sesti. Bu sesi çıkarmak hızlı bi atış dolayısla güçlü bir kol isterdi.
Terimleride açıkladıktan sonra gelelim oyunumuza.
Oyunumuzda en az aktırma yapan arkadaşın topacı toprak saha da çizilen yuvarlağın tam ortasına konulurdu ve diğer oyuncuların topaçları ile yerde kalan topacı nik darbeleriyle tahrip etmesiyle alınan büyük haz a bağlı bi oyundu. Bazen yuvarlağın içinden çok kıymetli boyalı topacın alıp ağlayarak eve kaçanlar bile olurdu. Bu oyuncular ertesi sabah tekrar oyuna gelirdi ve kimse oyunu almazdı o kişiyi. Ama benim yüksek otoritem bu arkadaşa torpil geçmemi istiyordu ve genede arkadaşı oyuna alıdırıyordum.
topaç oyunumuz da böyleydi.
Gülle yani misket denen oyunu hiç oynamadım. Bilmiyordum, öğrenemedim. Ama abim çok iyi oynar, bazen bu çok iyi oyunculuğu yüzünden bi çok kişinin değerli misketlerini yutar, kıskançlık etkisiyle kavgaya bile tutuşurlardı.
Tabanca dediğimiz oyunumuz da tam bir felaketti. Tabancadan kastım boncuklu silah veya pıtpıtlı tabanca dedikleri plastik tabanca. Genelde bayram vakitleri bakkalara tabancalar gelirdi ve gerçeğini hiç aratmazdı. Plastik ve boncuk atan bu tabancalar her çıktığında annem uyarır sakın pıtpıtlı tabanca alma yoksa seni eve almam derdi. Ben aldırmazdım. Gider babamdanda para alırdım ve en büyüğünden bi tabanca alırdım.
Aldığım tabancalar genelde uzun namluluu olurdu ve boyumun yarısı kadardı. Eve gider binbir azardan sonra annemin dikiş kutusundan ip alır iple bağlar sırtıma dolardım. Oda yetmezmiş gibi 2-3 gün sonra gider bakkaldan bu sefer tabanca versiyonu olan küçüğünüde alırdım.
Tabanca tamiratı konusunda sitede üzerime kimse yoktu. Bozulan tabancalar bana getirilirdi. Bozulmaktan kasıt ya yayı çıkardı, ben eski bozuk tabancalarımdan birinin yayını takardım, yada içinde ufak bi parça kırılırdı yıldız tornavida ile parçayı söker eski kırık tabancalarımdan kalma parçayı takardım. Tabii bu olayda sitede yıldız tornavidanın bir tek babamın alet çantasında bulunmasınında etkisi büyüktü. Tamirat sonucu arkadaşlardan bi paket boncuk alırdım. Bu boncuklar tabancaların içine konulurdu binevi mermi görevi görürdü.
Gelelim savaşa...
Savaş bazen kendi aramızda gruplaşarak bazen başka mahallerelere baskın yaparak yada baskın yiyerek olurdu. 1-2 defa başka mahalleye baskın yaptık .Genelde hep baskın yerdik. Ama bizim yerimiz iyidi. Sitenin pencereleri arasında gizlenir gelen çocuklara siteden ateş açardık. Boncukların cam kırmadığını bilen bina sakinleri rahatsız olmazdı.
Bu savaşlar boncuk(mermi) paylaşımının ve savaş ortasında yayı atan veya silahı kırılan arkadaşlarımızla silah paylaşmının,grup çalışmasının ve dolayısıyla dostuklarımızın pekiştirmenin en iyi yoluydu. Savaş ortasında 2 aylık küs arkadaşlarımızın barıştığını bile hatırlarım.
Gelelim tasoya.
Taso dediğim plastik ve üzerinde çeşitli resimlerin bulunduğu yuvarlak cisim. Tasolar genelde cipslerin içinden çıkardı.Gerçekten taso konusunda hatrı sayılır bi biriktirmişliğim vardı benim. Bu birikmişliğim bi sarelle kutu dolusu tasoydu. Bu kutu o zamanki servetimizdi. Hatta şimdi aklıma geldi mahallenin büyük ve popülaritesi yüksek bir abisinin fen liselerine giriş sınavı için hazırlığı döneminde bütün tasolarını su deposunun üstüne çıkarak dağıtması beni çok etkilemişti.Bende aradan bi gün geçtikten sonra özentimi yenemedim ve aynısı yaptım. Çok pişman olmuştum çünkü ertesi yaz tasosuz kalmıştım.
Gelelim taso oyunumuza.
Taso oyunumuz çok güzeldi. İki oyuncu tasolarını alır bi betonda veya kaldırımda oturur eşit sayıda tasoları ortaya dikerlerdi.Oyuncular ilk vuruşu kimin yapacağını belirlemek adına "açık-kapalı" denen bi sistem uygularlardı.Oyuncuların atış yapacağı tasolar
birer defa yere vurulurdu.tasonun ön yüzü gelirse açık arka yüzü gelirse kapalı olurdu.2 defa üst üste açık yapan oyuna ilk vuruşu yapma şansını yakalayarak başlardı.Yere dikilen tasolara yine tosalarla vurularak ön yüzü çevirilmeye çalışılırdı. Ön yüzü çeviren tasoları kapardı.
Ben taso konusunda mahalledeki büyükleri bile rahatlıkla yutardım ve çok kıskanılırdım.
çok değerli tasolarda vardı bunlar pahalı cipslerden çıkardı ve tivili taso dediğimiz tasolardı.tutuş şeklini değiştirdiğimizde üzerindeki resim de değişirdi. Bu tivili tasoları yere dikmek cesaret isterdi. Üstelik bu tasolarla atışta yapılmazdı çünkü atış yapılırsa üstündeki şeffaf katman kalkıyor ve taso tivi özelliğini kaybediyordu.
Biz yaz akşamları da hep sitenin bahçesindeydik. Yemek yedikten sonra enerjimizi toplar akşam yine oyun oynamaya çıkardık.
Akşamları site bahçemiz şen şakraktı. Annelerimiz de bahçeye çıkar çekirdek ve çay süper ikilisinin tadına sohbet ile varırlardı.
Yaz akşamlarımız yegane oyunu ya saklambaç yada yedikuleydi. Saklambacı bilmeyen yoktur.
Yedikule dediğimiz oyun 7 adet mermer taşının üst üste konularak top ile oynanan bi oyundu. 8 kişi ile oynanırdı. Biri ebe olurdu.Ebe olmayan biri top ile 7 mermer taşlı kuleyi bozardı. Ebe topu alıp gelene kadar 7 kişi saklanırdı. Ebe o 7 mermer taşlı kuleyi bozdurmadan 7 kişiyi topla vurarak ilk vurulana ebeliği devrederdi.
Gelelim boruya.
Boru mu evet boru evet evet bildiğim ağza girecek kadar büyüklükteki boru. Peki ne yapardık bu borularla?
İlk başta tesisatçıdan sağlan bi boru alırdık. Küçük çaplı bi boru ağıza sığıcak kadar. Daha sonra boruya uygun külah yapıp borunun içe koyardık ve birbirimize üfleyerek külah atardık. Buda çok zevkliydi bizim için.Boncuklu tabanca da yaptığımız savaşın aynısını borudada yapardık. Ama bi kaç fırlama vardı ki sormayın gitsin. O külahın için ufak taş koyunca öyle bi can yakardıki sormayın. Zaten külahı yerden kaldırıp içinde taş olduğunu görünce kavgaya tutuşurduk :)
Taşlı külah atanlar genelde diğer mahallenin çocukları olurdu.
yani özet geçmek gerekirse çocukluk dönemimdeki bi kaç oyundan bahsettim. Şimdiki çocuklar bilgisayar da çoklu oyuncuyla oynanan oyunların kölesi halinde. Siz siz olun bahçeli ve çok çocuğu olan bi yerden ev alın. Ev almayın bahçe ve çocuğunuza arkadaş olacak bol çocuklu bi yer alın...
15 Temmuz 2012 Pazar
Uzakdoğu Usulü Korku Tarifi
Bu tarif herkesin kolaylıkla uygulayabileceği ve
%90'ının hayatlarında mutlaka tattığı bi lezzettir. pişirme süresi 80-90 dk (geri kalan %10luk kısım da asosyal olduğu için film izlememektedir.) lafı uzatmadan malzemelere geçelim:
malzemeler:
1 adet orta yaşlı, çocuklu, taze dul bi bayan
1 adet çocuğuna çok düşkün, sorumsuz baba
1 adet 6-9 yaşları arasında -sorumsuz babadan olma koşulu ile- çocuk
1 adet yıllar önceden öldürülüp cesedi henüz bulunamamış, iki dünya arasında sıkışmış, emrah vari, uzun siyah saçlı, boynu bükük ruh
1 adet beyaz gecelik,
1 adet eski püskü ev -tercihen iki katlı-
bol miktarda ayna, kapı, pencere
aldığı kadar uyduruk ses efekti
yapılışı:
öncelikle anne çocuğunu alıp babadan uzağa taşınır. babadan ne kadar uzağa giderlerse, olası yardım isteme durumunda bu uzaklık, durumu daha da vahimleştiricek, ayrı bi baharat katıcaktır. bu çocuklu anne, gidip uzakdoğunun herhangi bi kenar mahallesine taşınır. ancak uzakdoğu insanının nüfus yoğunluğu sebebiyle ancak yıllar önce terk edilmiş, eski püskü, dokunanın elinde kalan bi ev bulup yerleşirler. ayrıca orası sürekli yağışlı olduğu için daha egzotik bi tat katacaktır malum muson asyası. burda dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: öncelikle kesinlikle ve kesinlikle o evde daha önce kan dökülmüş olması gerekir. cinnet geçirip ailesini öldüren bi genç ya da kuvete düşüp boğulmuş bi ufaklık iş görür. zira bu eleman sonradan gelip evdekilere musallat olacak, kişisel tercihe göre ya cesedinin bulunup huzura erdirilmesini isteyecek ya da önüne geleni öldürüp sadistliğini tatmin edecektir. ikinci önemli nokta ise evin eski olması durumu. ev ne kadar eski olursa, kapı gıcırdamaları, kırılan camlar, zırt pırt elektrik kesilmesi anlamlanacaktır. çünkü eve taşınan kadın; kapıları yağlamaktan, sigortalar atınca düzeltmekten, yeni cam taktırmaktan acizdir. iki katlı olursa da üst katta geceleri "davetsiz misafirler" ağırlanabilir -tabi hepsinin topuklu ayakkabı giyip ayaklarını vura vura yürümesi gereklidir-
annemiz ve çocuk bu eve yerleştirilir ve yaklaşık 10 dk kadar normal bi hayat sürerler. seyirci tam sıkılmaya başladığı anda; annemiz gece yarısı garip sesler duymaya, kabuslar görmeye başlar. bazı eşyalar kaybolur, sonrasına halisünasyon görür. tüm bunlar olurken, azar azar uyduruk ses efektlerini de ekliyoruz. çocukların saflığından mıdır salaklığından mıdır bilinmez, ruhlarla iyi iletişim kurabilmesinden yararlanarak, bizim emrah vari ruhla çocuğumuzu konuşturuyoruz. ruhumuzun adını öğreniyoruz. burda ruhun cinsiyetinin pek önemi yok; çünkü saçları ile yüzü kapalı olacağından elinizde ne varsa onu kullanabilirsiniz. annemiz daha sonra adını öğrendiği ruh hakkında araştırma yapar ve öğrenirki; o hariç tüm mahalleli olan bitenin farkındadır ama kimse ona bişey söylememiştir. hatta emlakçı bu evi elinden çıkarmak için ucuz fiyata kendisine kakalamıştır. annemiz hemen; her türlü ruhla, cinayetle ve binimum olayla ilgili bilgi bulabileceği halk kütüphanesine gider. aradığını da şıp diye bulur. anne satırları okurken gerilim arttırmak için elimizde kalan efeklerin bi kısmını daha ekliyoruz. annemiz riri rira riri rira efekleri arasında aradığını bulur ve palas pandıras eve döner.
annelik iç güdüsünün getirisi olarak ruha acımaya başlar ve ona yardım edebileceğini söyler. ancak döt korkusuna rağmen o evi terk etmez, azimlidir taşı delecektir. tüm bu olanlardan babaya bahsedilir; baba inanmasa da anneyi geri kazanmak için olay mahalline gelir. aklı sıra erkeklik taslayacaktır. ruhumuz artık iyiden iyiye kendini belli eder. önceleri gece tuvalete kalkanları banyo aynasında korkutur, cam kapı indirir, rüzgar eşiliğinde annenin çeyizinden kalan linens perdeleri uçurur, bodrum katında arkadaşları ile alem yapar. her kapının arkasından "yırtık dondan çıkarcasına" hızlıca gözükür kaçar ama istediği sonuca ulaşamaz. bakar ki böle olacak gibi değil; beyaz geceliği ve en son ölmeden önce fırçaladığı dişleri ile ev ahalisine gözükür.
genelde bu ruhlar akraba evliliğinden olduğu için konuşamazlar, sadece kedi mırıltısına benzer ses çıkarabiliriler. okuma yazma bilenleri duvarlara kanla yazarak derdini anlatır. saçlarını taramaktan da acizdirler. şimdiye kadar at kuyruğu yapan ya da balık sırtı örgüsü olan bi ruh kullanılmadı, o yüzden başka malzeme kullanılması işin tadını kaçırabilir.
burda arzuya göre, isterseniz ruhu huzura kavuşturabilir, annenin kahraman olup dötünün kalkmasını sağlayabilir; isterseniz önce küçük çocuğu, sonra babayı en sonda anneyi öldürebilirsiniz. tamamen kişisel sadistliğiniz.
aile bireyleri katledildikten sonra iki üç dk boş ev gösterilir, ve kamera olay mahallinden uzaklaşır. soğuyunca kola ve patlamış mısır eşliğinde servis ediniz.
NOT: eğer elinizde anne-baba-çocuk üçlüsü yoksa; 19-23 yaş arasında, (esas kız -ki sarışındır-, esas oğlan, esas kızı seven sümsük tip -kendini kız için feda etmek şartıyla-, kandini bi halt sanan içten içe yusuf olan kalıplı bi arkadaş, takımın ayak işlerini yapan bi kaç kız ve erkek) 5-6 kişi ile bu işi halledebilirsiniz.
ayrıca kullanılan insanların amerikan asıllı olması bilimum ruh-cin-peri-hayalet vs. kolaylıkla inanmasına olanak sağlayarak işinizi kolaylaştıracaktır. bu tarifi amerikan uyarlamalarında da kullanabilirsiniz. arkadaşlarınız çok beğenirse, kısa sürede vol.2'sini de yaparsınız. emin olun yenir.
saygılar.
%90'ının hayatlarında mutlaka tattığı bi lezzettir. pişirme süresi 80-90 dk (geri kalan %10luk kısım da asosyal olduğu için film izlememektedir.) lafı uzatmadan malzemelere geçelim:
malzemeler:
1 adet orta yaşlı, çocuklu, taze dul bi bayan
1 adet çocuğuna çok düşkün, sorumsuz baba
1 adet 6-9 yaşları arasında -sorumsuz babadan olma koşulu ile- çocuk
1 adet yıllar önceden öldürülüp cesedi henüz bulunamamış, iki dünya arasında sıkışmış, emrah vari, uzun siyah saçlı, boynu bükük ruh
1 adet beyaz gecelik,
1 adet eski püskü ev -tercihen iki katlı-
bol miktarda ayna, kapı, pencere
aldığı kadar uyduruk ses efekti
yapılışı:
öncelikle anne çocuğunu alıp babadan uzağa taşınır. babadan ne kadar uzağa giderlerse, olası yardım isteme durumunda bu uzaklık, durumu daha da vahimleştiricek, ayrı bi baharat katıcaktır. bu çocuklu anne, gidip uzakdoğunun herhangi bi kenar mahallesine taşınır. ancak uzakdoğu insanının nüfus yoğunluğu sebebiyle ancak yıllar önce terk edilmiş, eski püskü, dokunanın elinde kalan bi ev bulup yerleşirler. ayrıca orası sürekli yağışlı olduğu için daha egzotik bi tat katacaktır malum muson asyası. burda dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: öncelikle kesinlikle ve kesinlikle o evde daha önce kan dökülmüş olması gerekir. cinnet geçirip ailesini öldüren bi genç ya da kuvete düşüp boğulmuş bi ufaklık iş görür. zira bu eleman sonradan gelip evdekilere musallat olacak, kişisel tercihe göre ya cesedinin bulunup huzura erdirilmesini isteyecek ya da önüne geleni öldürüp sadistliğini tatmin edecektir. ikinci önemli nokta ise evin eski olması durumu. ev ne kadar eski olursa, kapı gıcırdamaları, kırılan camlar, zırt pırt elektrik kesilmesi anlamlanacaktır. çünkü eve taşınan kadın; kapıları yağlamaktan, sigortalar atınca düzeltmekten, yeni cam taktırmaktan acizdir. iki katlı olursa da üst katta geceleri "davetsiz misafirler" ağırlanabilir -tabi hepsinin topuklu ayakkabı giyip ayaklarını vura vura yürümesi gereklidir-
annemiz ve çocuk bu eve yerleştirilir ve yaklaşık 10 dk kadar normal bi hayat sürerler. seyirci tam sıkılmaya başladığı anda; annemiz gece yarısı garip sesler duymaya, kabuslar görmeye başlar. bazı eşyalar kaybolur, sonrasına halisünasyon görür. tüm bunlar olurken, azar azar uyduruk ses efektlerini de ekliyoruz. çocukların saflığından mıdır salaklığından mıdır bilinmez, ruhlarla iyi iletişim kurabilmesinden yararlanarak, bizim emrah vari ruhla çocuğumuzu konuşturuyoruz. ruhumuzun adını öğreniyoruz. burda ruhun cinsiyetinin pek önemi yok; çünkü saçları ile yüzü kapalı olacağından elinizde ne varsa onu kullanabilirsiniz. annemiz daha sonra adını öğrendiği ruh hakkında araştırma yapar ve öğrenirki; o hariç tüm mahalleli olan bitenin farkındadır ama kimse ona bişey söylememiştir. hatta emlakçı bu evi elinden çıkarmak için ucuz fiyata kendisine kakalamıştır. annemiz hemen; her türlü ruhla, cinayetle ve binimum olayla ilgili bilgi bulabileceği halk kütüphanesine gider. aradığını da şıp diye bulur. anne satırları okurken gerilim arttırmak için elimizde kalan efeklerin bi kısmını daha ekliyoruz. annemiz riri rira riri rira efekleri arasında aradığını bulur ve palas pandıras eve döner.
annelik iç güdüsünün getirisi olarak ruha acımaya başlar ve ona yardım edebileceğini söyler. ancak döt korkusuna rağmen o evi terk etmez, azimlidir taşı delecektir. tüm bu olanlardan babaya bahsedilir; baba inanmasa da anneyi geri kazanmak için olay mahalline gelir. aklı sıra erkeklik taslayacaktır. ruhumuz artık iyiden iyiye kendini belli eder. önceleri gece tuvalete kalkanları banyo aynasında korkutur, cam kapı indirir, rüzgar eşiliğinde annenin çeyizinden kalan linens perdeleri uçurur, bodrum katında arkadaşları ile alem yapar. her kapının arkasından "yırtık dondan çıkarcasına" hızlıca gözükür kaçar ama istediği sonuca ulaşamaz. bakar ki böle olacak gibi değil; beyaz geceliği ve en son ölmeden önce fırçaladığı dişleri ile ev ahalisine gözükür.
genelde bu ruhlar akraba evliliğinden olduğu için konuşamazlar, sadece kedi mırıltısına benzer ses çıkarabiliriler. okuma yazma bilenleri duvarlara kanla yazarak derdini anlatır. saçlarını taramaktan da acizdirler. şimdiye kadar at kuyruğu yapan ya da balık sırtı örgüsü olan bi ruh kullanılmadı, o yüzden başka malzeme kullanılması işin tadını kaçırabilir.
burda arzuya göre, isterseniz ruhu huzura kavuşturabilir, annenin kahraman olup dötünün kalkmasını sağlayabilir; isterseniz önce küçük çocuğu, sonra babayı en sonda anneyi öldürebilirsiniz. tamamen kişisel sadistliğiniz.
aile bireyleri katledildikten sonra iki üç dk boş ev gösterilir, ve kamera olay mahallinden uzaklaşır. soğuyunca kola ve patlamış mısır eşliğinde servis ediniz.
NOT: eğer elinizde anne-baba-çocuk üçlüsü yoksa; 19-23 yaş arasında, (esas kız -ki sarışındır-, esas oğlan, esas kızı seven sümsük tip -kendini kız için feda etmek şartıyla-, kandini bi halt sanan içten içe yusuf olan kalıplı bi arkadaş, takımın ayak işlerini yapan bi kaç kız ve erkek) 5-6 kişi ile bu işi halledebilirsiniz.
ayrıca kullanılan insanların amerikan asıllı olması bilimum ruh-cin-peri-hayalet vs. kolaylıkla inanmasına olanak sağlayarak işinizi kolaylaştıracaktır. bu tarifi amerikan uyarlamalarında da kullanabilirsiniz. arkadaşlarınız çok beğenirse, kısa sürede vol.2'sini de yaparsınız. emin olun yenir.
saygılar.
Bir Ergenin Günlüğü
Sabah okula gideceği için annesinin geç kalmasa bile "oğlum kalk geç
kaldın" sesini duyma psikoloji ile 15 dakika öncesinden uykusunda
psikolojisi bozulur ve kesik kesik uyanmaya başlar.
Ve o ses gelir... Aynı ton,aynı kelimeler!
-Oğlum kalk geç kaldın!
Kalkar ama gözlerini açmaya kıyamaz.Açarsa uykusu kaçacaktır ama uykusunun da kaçması gerekir.Suratına suyu vurduğunda irkilir...
-Hay mına koyim bu okulun ya!
Yüzünü kurulamak için kullandığı havlu bile yastık gibi gelir ona.Hava hafif karanlıktır e biraz da soğuk tabi şimdi yatağa zıplasa yorgana sarılsa uyusa ne güzel olurdu.
Annesinin hazırladığı kahvaltıya oturur.Oturana kadar hiç acıkmamış gibidir ama oturduğu andan itibaren aıktığını hisseder bir de Mesut Yar varsa televizyonda... Bırakta git okula şimdi.Nasıl gitsin?
Evde yapılacak her şey yapılmıştır.Kapıya adımı atar atmaz buz gibi rüzgar yüzüne çarpar.
-Ohooyy vay mını sikiyim.Ne soğuk lan bu?
Eller cepte ağır ağır yürür.Her içeri girmiştir.İçinde bir karamsarlık bu hafta nasıl bitecek sorusunun verdiği kasvet...
Sınıfa girer...
-Hassiktir lan ödevi yapmadım ya ben?
2 ila 5 dakika arasında bir süresi vardır.Hoca'ya bir şeyler göstermek zorundadır.Kendisinden hoşlanan kızın yanına yavşar hafifçe.Defterini ister.Kızın inadını 15 saniye içerisinde kırmak zorundadır.Zaman işliyor ve her geçen saniye onun aleyhine... Kıza yapmadığı şirinliği yapmak zorunda kalır ve kapar defteri.Alır almaz yarım yamalak biçimde hiç anlamadan geçirir kendi defterine.
-Ulan konunun ne olduğunu bile bilmiyorum iğğğğşallah Hoca bişey sormaz ödevle ilgili.
Ödevin son anında hoca içeri giriverir.E haliyle kızcağızda defterini ister.Ergenimiz son bir sallamadan sonra defteri uzatır kıza.Görev tamamlanmıştır.İçini geçici bir mutluluk kaplar.
Hoca her zaman yaptığının aksine ödevlere bakmaz.
-Ne lan bu? Niye bakmadı bu ödeve şimdi? O kadar da uğraştık.
Hoca direk derse geçer.Sıkıntılı dakikalar başlamıştır.Ders boyunca oyalanacağı bir şeyler gereklidir.Kalemini bozsa ders sonuna kadar tamir eder.Yada defterinin arkasına imza denemesi mi yapsa? En iyi imzayı tutturana kadar...
1.ders biter sonra 2, sonra 3... Yazılı anı gelmiştir.Ne yapacak şimdi? İçini acayip bir korku ve heyecan fırtınası kaplar.Hoca kağıtladı dağıtmaya başlamıştır.Hoca'nın sesiyle irkilir;
-Herkese dağıtmadan yazılı kağıtlarını açmayın. Yakarım canınızı!
Herkese dağıtılmış ve sınav başlamıştır.
-Hay bu matematik dersinin ben...!
Bir iki tanesini kendisi çözse bir kaç tane de sağdan soldan götürse tamam işte 45-50 alır. Yani en azından öyle düşünür.Düşündüğü de en iyi ihtimaldir.En iyi ihtimal buysa...
Kendi yapabildiği tek soruyu zevkle iştahla yapmıştır.Nerden bokunu çıkarsam diye düşünmektedir.Diğer soruyu da yarım yamalak bilmektedir.Onu da yapar kendince sonra yavaş yavaş sağa sola sokulmaya başlar.Her bakışta bir parçayı alsa tamam işte bir soru da ordan çıkar.Artık yazılı saati tamamlanmıştır.Zorlar da zorlar sanki 5 dakika daha olsa soruların hepsini yapacak...!
El mahkum verir kağıdı usul usul dışarı çıkar.Hemen inek kızı gözüne iliştirir;
-Kaç bekliyosun?
-Ya bilmiyorum çok kötü geçti uğof yaa!
Ergenimiz hiddetlenir içten içe.Sürtük bu da heee hep aynısını yapıyoo sora gidiyo en iyi notu alıyo.Al kafasını vur duvara!
Dersler ıkına sıkıla geçer...Öğlen vakti gelmiştir.Şimdi sınav da şaka maka bok gibi geçti.Gideyim ders çalışayım diye düşünür.Eve gider çünkü arkadaşlarıyla takılmak için kendini teselli etmesi gerekir.Yalandan da olsa ders çalışmış olmalıdır.Yani içini kemiren "ders çalış" duygusu vardır aslında.Ama bunu bile yalandan yere yapar.Yoktur işte! İçinde ders çalışma duygusu yok.Ne yapabilir? Yapanlar nasıl yapıyorsa yapıyor ama ben yapamıyorum diye düşünür.
Biraz ders çalışır tabi annesi de bu sırada kendisini ders çalışıyor zanneder.Halbuki kitap ona o kitaba bakmaktadır.Bir süre okudğu romanı açar ve okumaya başlar.50.sayfaya geldiğinde baya bir zaman geçtiğini hissederek pılını pırtını toplar çıkar oda'dan.Annesi de "oğlum ders çalıştı" sevinciyle kendisine sevgi gösterilerinde bulunur.Bununla iyice kendini ders zanneti çalışan ergenimiz o hızla kendini arkadaşlarının yanında bulur kendini.
Arkadaşlarıyla geçirdiği tırı vırı saatlerden sonra eve döner.Ders çalışmıştır zaten.Biraz da "kitap" okursa tam çalışkan çocuk modeline bürünecektir. Yemek ve dizi vakti gelmiştir.Günün en saatleridir ancak kısadır işte.Dizi izlerken en kuytu köşeye girilir.Ulan ne zaman farkedercekler de yatağa git diyecekler kuşkusu yiyip bitirir ergenimizi.Ve o seste gelir;
-Oğlum hadi yatağa yarın okul var uyanamazsın...
Duymamazlıktan gelir kahramanımız.N'oldu ki yeğaaa?
Çaresiz kalkar yavaş yavaş odaya doğru yönelir.
-Peh ben de osbir çekerim noolcak sonra da uyurum...
Sözleriyle yatağana doğru sıvışır.Ne osbir kalmıştır ne de kızgınlık.Uyumuştur... Yarın ki monoton ama heyecan ve korkulu güne "merhaba" diyene kadar.
Ve o ses gelir... Aynı ton,aynı kelimeler!
-Oğlum kalk geç kaldın!
Kalkar ama gözlerini açmaya kıyamaz.Açarsa uykusu kaçacaktır ama uykusunun da kaçması gerekir.Suratına suyu vurduğunda irkilir...
-Hay mına koyim bu okulun ya!
Yüzünü kurulamak için kullandığı havlu bile yastık gibi gelir ona.Hava hafif karanlıktır e biraz da soğuk tabi şimdi yatağa zıplasa yorgana sarılsa uyusa ne güzel olurdu.
Annesinin hazırladığı kahvaltıya oturur.Oturana kadar hiç acıkmamış gibidir ama oturduğu andan itibaren aıktığını hisseder bir de Mesut Yar varsa televizyonda... Bırakta git okula şimdi.Nasıl gitsin?
Evde yapılacak her şey yapılmıştır.Kapıya adımı atar atmaz buz gibi rüzgar yüzüne çarpar.
-Ohooyy vay mını sikiyim.Ne soğuk lan bu?
Eller cepte ağır ağır yürür.Her içeri girmiştir.İçinde bir karamsarlık bu hafta nasıl bitecek sorusunun verdiği kasvet...
Sınıfa girer...
-Hassiktir lan ödevi yapmadım ya ben?
2 ila 5 dakika arasında bir süresi vardır.Hoca'ya bir şeyler göstermek zorundadır.Kendisinden hoşlanan kızın yanına yavşar hafifçe.Defterini ister.Kızın inadını 15 saniye içerisinde kırmak zorundadır.Zaman işliyor ve her geçen saniye onun aleyhine... Kıza yapmadığı şirinliği yapmak zorunda kalır ve kapar defteri.Alır almaz yarım yamalak biçimde hiç anlamadan geçirir kendi defterine.
-Ulan konunun ne olduğunu bile bilmiyorum iğğğğşallah Hoca bişey sormaz ödevle ilgili.
Ödevin son anında hoca içeri giriverir.E haliyle kızcağızda defterini ister.Ergenimiz son bir sallamadan sonra defteri uzatır kıza.Görev tamamlanmıştır.İçini geçici bir mutluluk kaplar.
Hoca her zaman yaptığının aksine ödevlere bakmaz.
-Ne lan bu? Niye bakmadı bu ödeve şimdi? O kadar da uğraştık.
Hoca direk derse geçer.Sıkıntılı dakikalar başlamıştır.Ders boyunca oyalanacağı bir şeyler gereklidir.Kalemini bozsa ders sonuna kadar tamir eder.Yada defterinin arkasına imza denemesi mi yapsa? En iyi imzayı tutturana kadar...
1.ders biter sonra 2, sonra 3... Yazılı anı gelmiştir.Ne yapacak şimdi? İçini acayip bir korku ve heyecan fırtınası kaplar.Hoca kağıtladı dağıtmaya başlamıştır.Hoca'nın sesiyle irkilir;
-Herkese dağıtmadan yazılı kağıtlarını açmayın. Yakarım canınızı!
Herkese dağıtılmış ve sınav başlamıştır.
-Hay bu matematik dersinin ben...!
Bir iki tanesini kendisi çözse bir kaç tane de sağdan soldan götürse tamam işte 45-50 alır. Yani en azından öyle düşünür.Düşündüğü de en iyi ihtimaldir.En iyi ihtimal buysa...
Kendi yapabildiği tek soruyu zevkle iştahla yapmıştır.Nerden bokunu çıkarsam diye düşünmektedir.Diğer soruyu da yarım yamalak bilmektedir.Onu da yapar kendince sonra yavaş yavaş sağa sola sokulmaya başlar.Her bakışta bir parçayı alsa tamam işte bir soru da ordan çıkar.Artık yazılı saati tamamlanmıştır.Zorlar da zorlar sanki 5 dakika daha olsa soruların hepsini yapacak...!
El mahkum verir kağıdı usul usul dışarı çıkar.Hemen inek kızı gözüne iliştirir;
-Kaç bekliyosun?
-Ya bilmiyorum çok kötü geçti uğof yaa!
Ergenimiz hiddetlenir içten içe.Sürtük bu da heee hep aynısını yapıyoo sora gidiyo en iyi notu alıyo.Al kafasını vur duvara!
Dersler ıkına sıkıla geçer...Öğlen vakti gelmiştir.Şimdi sınav da şaka maka bok gibi geçti.Gideyim ders çalışayım diye düşünür.Eve gider çünkü arkadaşlarıyla takılmak için kendini teselli etmesi gerekir.Yalandan da olsa ders çalışmış olmalıdır.Yani içini kemiren "ders çalış" duygusu vardır aslında.Ama bunu bile yalandan yere yapar.Yoktur işte! İçinde ders çalışma duygusu yok.Ne yapabilir? Yapanlar nasıl yapıyorsa yapıyor ama ben yapamıyorum diye düşünür.
Biraz ders çalışır tabi annesi de bu sırada kendisini ders çalışıyor zanneder.Halbuki kitap ona o kitaba bakmaktadır.Bir süre okudğu romanı açar ve okumaya başlar.50.sayfaya geldiğinde baya bir zaman geçtiğini hissederek pılını pırtını toplar çıkar oda'dan.Annesi de "oğlum ders çalıştı" sevinciyle kendisine sevgi gösterilerinde bulunur.Bununla iyice kendini ders zanneti çalışan ergenimiz o hızla kendini arkadaşlarının yanında bulur kendini.
Arkadaşlarıyla geçirdiği tırı vırı saatlerden sonra eve döner.Ders çalışmıştır zaten.Biraz da "kitap" okursa tam çalışkan çocuk modeline bürünecektir. Yemek ve dizi vakti gelmiştir.Günün en saatleridir ancak kısadır işte.Dizi izlerken en kuytu köşeye girilir.Ulan ne zaman farkedercekler de yatağa git diyecekler kuşkusu yiyip bitirir ergenimizi.Ve o seste gelir;
-Oğlum hadi yatağa yarın okul var uyanamazsın...
Duymamazlıktan gelir kahramanımız.N'oldu ki yeğaaa?
Çaresiz kalkar yavaş yavaş odaya doğru yönelir.
-Peh ben de osbir çekerim noolcak sonra da uyurum...
Sözleriyle yatağana doğru sıvışır.Ne osbir kalmıştır ne de kızgınlık.Uyumuştur... Yarın ki monoton ama heyecan ve korkulu güne "merhaba" diyene kadar.
2 Temmuz 2012 Pazartesi
Yağmurlu Bir Gece Karizmamı Kaybettim
Taksim / Tarlabaşı'ndan bilen bilir uçak gibi giden sarı dolmuşlar
kalkar. Geçenlerde çok yağmur yağıyordu binmek durumunda kaldım. En ön
koltuk yani şöförün yanı boştu oraya kuruldum. Bizim insanımızda eğer
şöförün yanındaysan şöförle sohbet etme hissiyatı vardır. Istemesen bile
adam bişey mırıldanırsa cevap verme ya da onaylama gereği duyarsın. (ya
şimdi bana yok bende öyle bişiii ağzı yapmayın.)
Herşey arkada son kalan boş koltuğa travestinin oturmasıyla ve hareket etmemizle başladı. Yani şahsen kendi adıma hiçbir problem sezmiyordum ama minibüste bi’ gerginlik olduğu belliydi. Travesti arkadaşımız ise gayet rahat tavırlarla kikir kikir telefonda konuşuyordu. Neyseki kendisi aksarayda indi de ortalık biraz rahatladı.
Şoför kapıyı kapar kapamaz “Yeeaaağğ bunları da dışlamıyorum ama arabama da binmesinner gardeşim ! ” dedi.
Az önce de belirttiğim gibi ön koltuktaysan ya fikrini söyleyeceksin ya da adamı onaylayacan kaçarın yok. Ben de gayet yavşak bir tavırla “ eki eki abi o zaman otomatikman dışlıyosun ya eki eki ” dedim. Şoför de bi anda surat betonarme kıvamı oldu. “Anlamadım” dedi (ton Kadir İnanır’dan hallice) Elim ayağıma dolaştı yine sırıtarak toparlamaya çalıştım. “Abi yani ehi ehi hani dedin ya dışlamıyom ama arabama da binmesinler diye. E dışlamış oluyosun demek istedim ekiki” dedim adam cevap vermedi. Bi an acaba benim de gay falan olabileceğimden mi şüphelendi korkusuyla irkildim. Neden bilmiyorum telaş yaptım. Bu da benim içimde olan pskolojik bir korkuyu ortaya çıkarmıştı aslında ama o ayrı bir yazı konusu olur. İçim içime sığmıyordu. Bi şekilde şöförün gözüne girmeliydim. Allahım neden ön koltuğa oturdumki. Hem arkaya otursam Travesti arkadaşımız öne oturacak, belki de şöförün bu tercihteki arkadaşlara görüşünü tazeleyecekti. Yağmur sel olmuş akıyordu ve ben ezik tavrımla yolculuğuma devam ediyordum. Bir fırsat çıkmalıydı ki dağılan karizmayı yerlerden toplayabileyim.
Merter civarına yaklaşırken aniden önümüze taksi kırınca ufak bir kaza riski atlattık. Şöför toparlar toparlamaz camdan kafayı çıkartıp “O..punun evladııığğ!!” diye bağırınca aman allahım işte fırsat bu dedim. Hemen atıldım. “ yaa herkese de ehliyet veriyorlar bu ne kardeşim ölelim mi ya” dedim. Bir on saniye rahatlamıştım ki. Kısa bir sessizlik oldu ve şöför “ yaa aslında feci yağmur yağıyor gözükmüyor ki yol adam da haklı” dedi…
ALLAHIM BENİ NEYLE SINIYORSUN ! diye geçirdim içimden. Delirmek üzereydim. Ne yapsam olmuyordu. Terlediğimi hissettim. Üstelik son durağa kadar gidecektim. Aklıma tek care geldi. Şöför benden istemeden direksiyonun arkasına serdiği havluyu alıp benim tarafımda olan aynanın buğusunu silmek için atıldım. Bu sefer bir sakarlığa mahal vermeden aldım ve buğuyu sildim.(buğu çok iç gıcıklayan bir kelimeymiş meğerse bak şu an farkettim)
Havluyu geri verirken yalakalığın doruklarına ulaşmıştım belki ama şöförün gözündeki imajımı biraz olsun düzeltebilmiştim...
Herşey arkada son kalan boş koltuğa travestinin oturmasıyla ve hareket etmemizle başladı. Yani şahsen kendi adıma hiçbir problem sezmiyordum ama minibüste bi’ gerginlik olduğu belliydi. Travesti arkadaşımız ise gayet rahat tavırlarla kikir kikir telefonda konuşuyordu. Neyseki kendisi aksarayda indi de ortalık biraz rahatladı.
Şoför kapıyı kapar kapamaz “Yeeaaağğ bunları da dışlamıyorum ama arabama da binmesinner gardeşim ! ” dedi.
Az önce de belirttiğim gibi ön koltuktaysan ya fikrini söyleyeceksin ya da adamı onaylayacan kaçarın yok. Ben de gayet yavşak bir tavırla “ eki eki abi o zaman otomatikman dışlıyosun ya eki eki ” dedim. Şoför de bi anda surat betonarme kıvamı oldu. “Anlamadım” dedi (ton Kadir İnanır’dan hallice) Elim ayağıma dolaştı yine sırıtarak toparlamaya çalıştım. “Abi yani ehi ehi hani dedin ya dışlamıyom ama arabama da binmesinler diye. E dışlamış oluyosun demek istedim ekiki” dedim adam cevap vermedi. Bi an acaba benim de gay falan olabileceğimden mi şüphelendi korkusuyla irkildim. Neden bilmiyorum telaş yaptım. Bu da benim içimde olan pskolojik bir korkuyu ortaya çıkarmıştı aslında ama o ayrı bir yazı konusu olur. İçim içime sığmıyordu. Bi şekilde şöförün gözüne girmeliydim. Allahım neden ön koltuğa oturdumki. Hem arkaya otursam Travesti arkadaşımız öne oturacak, belki de şöförün bu tercihteki arkadaşlara görüşünü tazeleyecekti. Yağmur sel olmuş akıyordu ve ben ezik tavrımla yolculuğuma devam ediyordum. Bir fırsat çıkmalıydı ki dağılan karizmayı yerlerden toplayabileyim.
Merter civarına yaklaşırken aniden önümüze taksi kırınca ufak bir kaza riski atlattık. Şöför toparlar toparlamaz camdan kafayı çıkartıp “O..punun evladııığğ!!” diye bağırınca aman allahım işte fırsat bu dedim. Hemen atıldım. “ yaa herkese de ehliyet veriyorlar bu ne kardeşim ölelim mi ya” dedim. Bir on saniye rahatlamıştım ki. Kısa bir sessizlik oldu ve şöför “ yaa aslında feci yağmur yağıyor gözükmüyor ki yol adam da haklı” dedi…
ALLAHIM BENİ NEYLE SINIYORSUN ! diye geçirdim içimden. Delirmek üzereydim. Ne yapsam olmuyordu. Terlediğimi hissettim. Üstelik son durağa kadar gidecektim. Aklıma tek care geldi. Şöför benden istemeden direksiyonun arkasına serdiği havluyu alıp benim tarafımda olan aynanın buğusunu silmek için atıldım. Bu sefer bir sakarlığa mahal vermeden aldım ve buğuyu sildim.(buğu çok iç gıcıklayan bir kelimeymiş meğerse bak şu an farkettim)
Havluyu geri verirken yalakalığın doruklarına ulaşmıştım belki ama şöförün gözündeki imajımı biraz olsun düzeltebilmiştim...
29 Haziran 2012 Cuma
Bir Ergenlik Heyecanı
Doksanlı yılların ortaları, orta halli bir İç Anadolu kasabasında
yaşıyorum o sıralar. Ergen bir bünyeyim ve o yılların modası olan
kocaman James Bond çantalarla okula gidip geliyorum. Vücut yeni yeni
yerli yerine oturma çabasında olduğu için çekicilikten zerre
nasiplenememişim. Sivilcelerim suratımda adeta bağımsızlıklarını ilan
etmişler. Sınıfın sessiz ve sakin çocuğuyum. Yalnız gezmeyi,
teneffüslerde ise tek başıma bir köşeye çömelip tost yemeyi tercih
ediyorum. Yani bir gün ölsem kimse okula gelmediğimi anlayamayacak
uzunca bir süre. Öldüğüm en az üç ay sonra anlaşılacak. Kendimi bulduğum
birkaç aktivite müzik dinlemek, kaset arşivi yapmak, yazı yazmak ve
futbol oynamak. Arkadaşlarımın aklına geldiğim tek zaman futbol
oynanacak zamanlar. Çünkü babam gümrükte çalıştığı için rengârenk ve bir
sürü topu olan tek çocuğum o sıralar. Kafam da yaşıtlarımdan biraz
büyükçe olduğu için lâkabım "koca kafa". Yalnız, sağ olsunlar bunu
sadece erkek erkeğe muhabbetler esnasında dile getiriyor arkadaşlarım.
Kız tayfasının bu lâkaptan haberi yok. İyi de futbol oynuyorum. Maç
başına üç golden aşağı atmıyorum. Sonra da eve gelip annemin yaptığı
tarhana çorbasından içiyorum. Günlerim böyle geçip gidiyor. Hayatımda ne
aşk, ne bir karşı cins, ne başka bir şey var. Zaten okulun en güzel
kızlarını da kasabanın doktorunun oğlu ve eczacısının oğlu kapıyor.
Küçücük kasabada boşuna çaba harcamanın alemi yok.
Okul yine yaz tatiline girdi bir gün.Tüm silikliğimle geçiriyorum tatilimi her zaman ki gibi. Yüzümü görebilene aşk olsun. Küçücük odama tıkıldım ve müzik dinleyip, bol bol yazı yazmaya çalışıyorum. Yaz tatillerinde buralı olan ve başka şehirlerde çalışanlar tatile gelir. Onların kızları olur ve hepsi de güzeldir. Kasabanın en popüler çocuğu olan doktorun oğluna bile bakmazlar. Tatillerini yapar ve giderler. Bir gün bu ailelerden biri bize misafirliğe geldi. Benden üç yaş büyük bir de kızları var. Sarışın, beyaz tenli, kıpkırmızı yanaklı, rüya gibi bir kız. Bize geldikleri bir gün kız çok sıkılmış, sanırım. Annem de "Bak benim oğlum var, onunla oturup müzik dinleyebilirsin" diyerek odama getirdi. Ben tüm kalaslığım ile "hoş geldin" bile demedim. Kız uzunca bir sessizlikten sonra "Kasetlerine bakabilir miyim?" diye atağa kalktı. "Evet!" dedim ve yazımı yazmayı sürdürdüm. Kız, kasetlerime baktıkça "Hımmmm, Hömmm, Hımmmm" gibi tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Sonra muhabbete girdi: "Bu grupları nereden duydun ki bu kasabada? Bunları şehirde bile on arkadaşıma sorsam ikisi ya bilir ya bilmez!. Kesmeşeker, Mavi Sakal, Bulutsuzluk Özlemi, Kramp, Pentagram ne ararsan var valla, takdir ettim!".
Başımı yazı yazdığım kâğıttan kaldırmadan cevap verdim: "Biz hep burada değildik. İki yıldır buradayız. Babamın tayinleri yüzünden. Seneye buradan da gideceğiz. Sen takdir ediyorsun ama buradaki kızların umurunda bile değil, boş ver."
Kız çeşitli laf açmalarla muhabbete her giriştiğinde umursamaz tavırlarımı sürdürdüm. Bu küçük kasabada, ergenliğin tam ortasında, en çirkin ve silik halimle kendime olan güvenimi iyice yitirmiştim belli ki. Kendimi bu işlerden tamamen soyutlamış ve yüzümde ki sivilceler de dahil, ergenliğimin kendiliğinden, en az hasarla geçmesini bekliyordum. Kız sonraki gün yine geldi, ve sonraki gün yine. Artık her gün geliyor ve benimle müzik, edebiyat, şiir gibi konularda muhabbete kalkışıyordu. Ben ise kendime olan tüm güvensizliğim ile "Çek bi git başımda be!" dercesine tavırlarımı sürdürüyor ve taviz vermiyordum. "Nasıl olsa bana bakmaz" diye düşündüğümden olacak, ki kendisine çekici bir karşı cins gözüyle bile bakma gereği duymuyordum. Veyahutta ergenlik dönemimi olabildiğince vukuatsız ve sakin geçirmek istiyordum. Fakat, sanırım o beni bir karşı cins gözüyle çoktan görmüştü. Hatta kafaya takmıştı, evet! Ne yaptım ne ettim hep kaçtım. Adeta "Git kendini çok sevdirmeden" tavırlarında gezinen bir Tuna Kiremitçi olmuştum. Sonunda bir gün dayanamadım ve kızla konuşmaya karar verdim.
- Ne istiyorsun benden?
- Senden hoşlandım.
- Neyimden hoşlandın be! Ergenliğinin en silik döneminde kendi kendine takılan bir çocuk. Üstelik bu berbat dönem de babasının tayini nedeniyle kimsenin adını bile bilmediği küçücük bir kasabaya denk gelmiş. Lakabı koca kafa, arkadaşları tarafından tek bilinen özelliği bir sürü futbol topu olması ve en az üç gol atabilmesi. Bence bana hiç müdahale etmemelisin ve ben bu dönemi bildiğim gibi atlatmalıyım. Ben memnunum bundan! Lütfen!
- Benim hiç senin gibi dolu dolu bir arkadaşım olmadı. İstanbul'daki erkek arkadaşlarımın içinde bile senden daha kültürlüsü yok. Buranın yerlilerine sen iç dünyanı göstermemişsin, sadece su yüzünde ki tarafını görmelerine izin vermişsin ve onlar da seni onlarla tanımış yalnızca. Ama ben senin iç dünyanı gördüm, oraya girdim ve sana hayran kaldım.
Bu sözler beni etkiledi. Aramızda bir şey olmasa bile o günden sonra kızla en azından oturup muhabbet etmeye, konuşmaya, hoş geldin demeye başladım. Kasabalının tek eğlencesi olan ve ırmak kenarına kurulu olan çay bahçesine gidip gelmeye bile başladık. Kızın yanında Notre Dame'ın kamburu gibi kaldığımın farkındaydım. Günler böyle geçip gitti. Tüm tatil boyunca iyi bir arkadaşlık yaşadık ve tatil sonu geldi. Kendileri artık İstanbul'a dönecekti ve son gece bize gelmişti. O gece tuhaf bir şeyler olacağını sezmiştim fakat bu kadar aklıma bile gelmezdi. Kız muhabbet esnasında aniden dudaklarıma doğru atılmış ve beni öpmeye başlamıştı. Bu ilk deneyimimdi. Dudaklarımı balık gibi ileri uzatmaktan başka bir şey yapamamıştım ve kız bu halimi sevimli bulup gülmekten neredeyse beni öpemeyecek duruma gelmişti. Uzunca bir süre öpüştük. Aklım başımdan gitmişti ve ilk tecrübe olmasının sebebiyle olsa gerek bırakmak istemedim. Kız, artık yeter dercesine geri çekildi ve konuşmaya başladı:
"Cihan, bana söz ver. Artık kendine güvenli bir erkek olacaksın. Kendinde ki yeteneğin ve birikimin farkına varıp ona göre dolaşacaksın bu kasabada! Sen bu insanların bildiğinden daha fazlasını barındırıyorsun içinde ve bunun nimetlerinden faydalan lütfen. Çirkin de değilsin, çok çekicisin. Çok güzel dudakların var be çok marifetlisin! Söz ver, bundan sonra bambaşka bir insan olacaksın!"
Bu sözler beni adeta gaza getirmişti. Orada, ona söz verdim ve kız kalkıp gitti. Telefon numarasını aldım ve onu uğurladım. Artık kasabada bir Kazanova edasıyla dolaşıyor, erkek arkadaşlarım bana "koca kafa" diye lâkap taktıkça içimden "Hıııı. Siz öyle deyin bana. Ben kasabaya gelip gelebilecek en güzel kızla öpüştüm ulan!" diyordum. Hatta öyle bir kız ki, doktorun oğlu bile üç ay uğraşsa tavlayamaz. O günden sonra durmadan kızı aradım. Salak gibi Motorola C90 marka, takoz telefonumla ona şarkılar dinlettim, o zamanların modası olan teybimden ona karma kasetler çekip yolladım. Ama bir değişiklik vardı kızın sesinde. Hissediyordum. Ben kaset yolladıkça bir teşekkür mesajı bile yollamıyor, bir defa olsun aramıyor, ben aradıkça sıkılgan bir ses tonuyla "Hmmmm. Evet" deyip duruyordu. Çok fena gaz almıştım, kimse beni durduramıyordu. Kıza durmadan tam bir ergen gibi "Sakalım çıkmaya başlıyor, top sakal bırakacağım, Üffff ne yakışıklı olurum be!" gibi şeyler anlatıyordum. Ama o, oralı bile olmuyor, soğuk bir tonla konuşmaya devam ediyordu. Bir gün dayanamadım ve bunu sormaya karar verdim, "Neden bana karşı soğuksun!". "Cihan, ben sadece senin güvenin yerine gelsin diye seninle öpüştüm. Hepsi bu! Lütfen abartma!"
Yıkılmamıştım. Sonuçta bana iyilik yapmıştı kızcağız! Onu anladım ve bir şey söylemeden telefonu kapattım. Artık içi gaz dolu bir erkektim ne de olsa. Kasabanın en güzel kızını öpen Cihan'dım artık. Ona muhtaç değildim! Okullar açılmadan önceki gece güzelce takım elbisemi ütülettim anneme, kravatımı özenle bağladım ve ayakkabılarımı cillop gibi boyadım. Sınıfın en uzun boylu ve narin kızı Nuriye'yi tavlayacaktım. Kendimi kasabalıya ve beni oyuncak yapan şehirli kıza kanıtlayacaktım! Artık bambaşka bir hayat beni bekliyordu ne de olsa! Okulun ilk günü geldi çattı. O gün akşama kadar pırıl pırıl takım elbisemle, tek kaşımı kaldırarak Nuriye'yi kesip durdum. Okul çıkışı yanına gidip tüm haşinliğim ile konuşacaktım. Hatta okuldan sonra sınıf maçımız vardı ve Nuriye'yi de bu maça davet edip yine üç gol atacaktım! Böylelikle kasabanın en güzel kızıyla sıfır kilometre bir aşka yelken açacaktık!
Son ders zili çaldı ve dersimiz edebiyattı! Okulda attığı sert tokatlarla ün yapmış Şahabettin Hoca sınıfa girdi. Şahabettin Hoca öyle bir tokat atardı ki, yiyen feleğini şaşırırdı. Tek eliyle yanağınızı tutar, başınızı sabitler ve diğer eliyle de çok sert bir tokat patlatır, yüzünüzü pancara çevirirdi. Dersin son dakikalarında Sedat ve Selçuk adlı iki arkadaşımın durmadan kâğıtlarla bir şeyler yazışıp, bir şey konuştuklarını fark ettim. Neredeyse ders boyunca iki yüz defa birbirlerine kâğıt fırlatmışlardı. Merak ettim ve elimle "Ne konuşuyorsunuz?" anlamına gelen işareti yaptım. Sedat kâğıda bir şey yazıp bana attı. Ve ders boyunca onları fark etmeyen Şahabettin Hoca tam kâğıt bana geldiğinde fark etti. Beni yanına çağırdı ve sesli bir biçimde okumaya başladı. Kâğıdı henüz açıp okumaya fırsatım olmadığı için ne yazdığını ben bile bilmiyordum, ben de tüm sınıf gibi Şahabbetin Hoca'dan duyacaktım kâğıtta yazılanları ve hoca okumaya başladı:
- Sedat oğlum okul çıkışı maç için top yok lan!
- Kimden bulsak ki acaba?
- Koca kafa getirsin oğlum yine. Onda bir sürü futbol topu var.
Adeta yerin dibine geçmiştim. Bu lâkabı sadece erkek arkadaşlarım bildiği için onlar güldü, kızlar ise anlam veremedi. O anda Şahabettin Hoca kâğıdın devamını okumayı kesti ve sordu: "Koca kafa kim?"
Sınıfta bir ölüm sessizliği hakimdi. Ve hoca sinirli bir tonda bağırarak soruyu tekrarladı:
"Koca kafa kim!?"
Kaçışımın olmadığını anlamıştım ve bir Kara Murat edasıyla "Benim Hocam!" dedim. Artık kızlar da benim lâkabımı biliyor ve deli gibi gülüyorlardı. Hoca Sedat'ı ve Selçuk'u da tahtaya çağırdı ve üçümüze meşhur tokadını attı. Resmen birer pancardık artık. Göz ucuyla Nuriye'ye baktım, hâlâ gülüyordu.
Neyse, ders zili çaldı. Nuriye gitti ben de eve gittim. Evden en güzel futbol topumu aldım, okul bahçesine gittim. Üç gol attım ve eve gelip anneme her zaman ki gibi sordum:
"Anne yemek var mı?", "Tarhana çorbası var koyam mı?", "He ana, guy!".
Biz yemekteyken şehirli kızın akrabaları olan komşumuz bize geldi. Onlara kulak misafiri oldum ve kızın nişanlı olduğunu, yakın bir zamanda evleneceğini duydum. Belli ki kız bana güven vermenin ötesinde evlenmeden önce son bir macera yaşamak istemiş ve bunun içinde beni seçmişti. Çok durmadım bu konunun üzerinde, çorbamı yedim ve odama çekildim, kasetlerimi dinledim, yazı yazdım. O anda telefonuma bir mesaj geldi. Şehirli kızdı bu:
" Nasılsın, bana verdiğin sözü tutuyor musun bakalım :) "
İçimden "Has.ktir!" deyip telefonu yatağıma fırlattım, yazımı yazmayı sürdürdüm, kızı da bir daha aramadım, sormadım. Nuriye ile de doktorun oğlu çıkmaya başladı zaten.
Okul yine yaz tatiline girdi bir gün.Tüm silikliğimle geçiriyorum tatilimi her zaman ki gibi. Yüzümü görebilene aşk olsun. Küçücük odama tıkıldım ve müzik dinleyip, bol bol yazı yazmaya çalışıyorum. Yaz tatillerinde buralı olan ve başka şehirlerde çalışanlar tatile gelir. Onların kızları olur ve hepsi de güzeldir. Kasabanın en popüler çocuğu olan doktorun oğluna bile bakmazlar. Tatillerini yapar ve giderler. Bir gün bu ailelerden biri bize misafirliğe geldi. Benden üç yaş büyük bir de kızları var. Sarışın, beyaz tenli, kıpkırmızı yanaklı, rüya gibi bir kız. Bize geldikleri bir gün kız çok sıkılmış, sanırım. Annem de "Bak benim oğlum var, onunla oturup müzik dinleyebilirsin" diyerek odama getirdi. Ben tüm kalaslığım ile "hoş geldin" bile demedim. Kız uzunca bir sessizlikten sonra "Kasetlerine bakabilir miyim?" diye atağa kalktı. "Evet!" dedim ve yazımı yazmayı sürdürdüm. Kız, kasetlerime baktıkça "Hımmmm, Hömmm, Hımmmm" gibi tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Sonra muhabbete girdi: "Bu grupları nereden duydun ki bu kasabada? Bunları şehirde bile on arkadaşıma sorsam ikisi ya bilir ya bilmez!. Kesmeşeker, Mavi Sakal, Bulutsuzluk Özlemi, Kramp, Pentagram ne ararsan var valla, takdir ettim!".
Başımı yazı yazdığım kâğıttan kaldırmadan cevap verdim: "Biz hep burada değildik. İki yıldır buradayız. Babamın tayinleri yüzünden. Seneye buradan da gideceğiz. Sen takdir ediyorsun ama buradaki kızların umurunda bile değil, boş ver."
Kız çeşitli laf açmalarla muhabbete her giriştiğinde umursamaz tavırlarımı sürdürdüm. Bu küçük kasabada, ergenliğin tam ortasında, en çirkin ve silik halimle kendime olan güvenimi iyice yitirmiştim belli ki. Kendimi bu işlerden tamamen soyutlamış ve yüzümde ki sivilceler de dahil, ergenliğimin kendiliğinden, en az hasarla geçmesini bekliyordum. Kız sonraki gün yine geldi, ve sonraki gün yine. Artık her gün geliyor ve benimle müzik, edebiyat, şiir gibi konularda muhabbete kalkışıyordu. Ben ise kendime olan tüm güvensizliğim ile "Çek bi git başımda be!" dercesine tavırlarımı sürdürüyor ve taviz vermiyordum. "Nasıl olsa bana bakmaz" diye düşündüğümden olacak, ki kendisine çekici bir karşı cins gözüyle bile bakma gereği duymuyordum. Veyahutta ergenlik dönemimi olabildiğince vukuatsız ve sakin geçirmek istiyordum. Fakat, sanırım o beni bir karşı cins gözüyle çoktan görmüştü. Hatta kafaya takmıştı, evet! Ne yaptım ne ettim hep kaçtım. Adeta "Git kendini çok sevdirmeden" tavırlarında gezinen bir Tuna Kiremitçi olmuştum. Sonunda bir gün dayanamadım ve kızla konuşmaya karar verdim.
- Ne istiyorsun benden?
- Senden hoşlandım.
- Neyimden hoşlandın be! Ergenliğinin en silik döneminde kendi kendine takılan bir çocuk. Üstelik bu berbat dönem de babasının tayini nedeniyle kimsenin adını bile bilmediği küçücük bir kasabaya denk gelmiş. Lakabı koca kafa, arkadaşları tarafından tek bilinen özelliği bir sürü futbol topu olması ve en az üç gol atabilmesi. Bence bana hiç müdahale etmemelisin ve ben bu dönemi bildiğim gibi atlatmalıyım. Ben memnunum bundan! Lütfen!
- Benim hiç senin gibi dolu dolu bir arkadaşım olmadı. İstanbul'daki erkek arkadaşlarımın içinde bile senden daha kültürlüsü yok. Buranın yerlilerine sen iç dünyanı göstermemişsin, sadece su yüzünde ki tarafını görmelerine izin vermişsin ve onlar da seni onlarla tanımış yalnızca. Ama ben senin iç dünyanı gördüm, oraya girdim ve sana hayran kaldım.
Bu sözler beni etkiledi. Aramızda bir şey olmasa bile o günden sonra kızla en azından oturup muhabbet etmeye, konuşmaya, hoş geldin demeye başladım. Kasabalının tek eğlencesi olan ve ırmak kenarına kurulu olan çay bahçesine gidip gelmeye bile başladık. Kızın yanında Notre Dame'ın kamburu gibi kaldığımın farkındaydım. Günler böyle geçip gitti. Tüm tatil boyunca iyi bir arkadaşlık yaşadık ve tatil sonu geldi. Kendileri artık İstanbul'a dönecekti ve son gece bize gelmişti. O gece tuhaf bir şeyler olacağını sezmiştim fakat bu kadar aklıma bile gelmezdi. Kız muhabbet esnasında aniden dudaklarıma doğru atılmış ve beni öpmeye başlamıştı. Bu ilk deneyimimdi. Dudaklarımı balık gibi ileri uzatmaktan başka bir şey yapamamıştım ve kız bu halimi sevimli bulup gülmekten neredeyse beni öpemeyecek duruma gelmişti. Uzunca bir süre öpüştük. Aklım başımdan gitmişti ve ilk tecrübe olmasının sebebiyle olsa gerek bırakmak istemedim. Kız, artık yeter dercesine geri çekildi ve konuşmaya başladı:
"Cihan, bana söz ver. Artık kendine güvenli bir erkek olacaksın. Kendinde ki yeteneğin ve birikimin farkına varıp ona göre dolaşacaksın bu kasabada! Sen bu insanların bildiğinden daha fazlasını barındırıyorsun içinde ve bunun nimetlerinden faydalan lütfen. Çirkin de değilsin, çok çekicisin. Çok güzel dudakların var be çok marifetlisin! Söz ver, bundan sonra bambaşka bir insan olacaksın!"
Bu sözler beni adeta gaza getirmişti. Orada, ona söz verdim ve kız kalkıp gitti. Telefon numarasını aldım ve onu uğurladım. Artık kasabada bir Kazanova edasıyla dolaşıyor, erkek arkadaşlarım bana "koca kafa" diye lâkap taktıkça içimden "Hıııı. Siz öyle deyin bana. Ben kasabaya gelip gelebilecek en güzel kızla öpüştüm ulan!" diyordum. Hatta öyle bir kız ki, doktorun oğlu bile üç ay uğraşsa tavlayamaz. O günden sonra durmadan kızı aradım. Salak gibi Motorola C90 marka, takoz telefonumla ona şarkılar dinlettim, o zamanların modası olan teybimden ona karma kasetler çekip yolladım. Ama bir değişiklik vardı kızın sesinde. Hissediyordum. Ben kaset yolladıkça bir teşekkür mesajı bile yollamıyor, bir defa olsun aramıyor, ben aradıkça sıkılgan bir ses tonuyla "Hmmmm. Evet" deyip duruyordu. Çok fena gaz almıştım, kimse beni durduramıyordu. Kıza durmadan tam bir ergen gibi "Sakalım çıkmaya başlıyor, top sakal bırakacağım, Üffff ne yakışıklı olurum be!" gibi şeyler anlatıyordum. Ama o, oralı bile olmuyor, soğuk bir tonla konuşmaya devam ediyordu. Bir gün dayanamadım ve bunu sormaya karar verdim, "Neden bana karşı soğuksun!". "Cihan, ben sadece senin güvenin yerine gelsin diye seninle öpüştüm. Hepsi bu! Lütfen abartma!"
Yıkılmamıştım. Sonuçta bana iyilik yapmıştı kızcağız! Onu anladım ve bir şey söylemeden telefonu kapattım. Artık içi gaz dolu bir erkektim ne de olsa. Kasabanın en güzel kızını öpen Cihan'dım artık. Ona muhtaç değildim! Okullar açılmadan önceki gece güzelce takım elbisemi ütülettim anneme, kravatımı özenle bağladım ve ayakkabılarımı cillop gibi boyadım. Sınıfın en uzun boylu ve narin kızı Nuriye'yi tavlayacaktım. Kendimi kasabalıya ve beni oyuncak yapan şehirli kıza kanıtlayacaktım! Artık bambaşka bir hayat beni bekliyordu ne de olsa! Okulun ilk günü geldi çattı. O gün akşama kadar pırıl pırıl takım elbisemle, tek kaşımı kaldırarak Nuriye'yi kesip durdum. Okul çıkışı yanına gidip tüm haşinliğim ile konuşacaktım. Hatta okuldan sonra sınıf maçımız vardı ve Nuriye'yi de bu maça davet edip yine üç gol atacaktım! Böylelikle kasabanın en güzel kızıyla sıfır kilometre bir aşka yelken açacaktık!
Son ders zili çaldı ve dersimiz edebiyattı! Okulda attığı sert tokatlarla ün yapmış Şahabettin Hoca sınıfa girdi. Şahabettin Hoca öyle bir tokat atardı ki, yiyen feleğini şaşırırdı. Tek eliyle yanağınızı tutar, başınızı sabitler ve diğer eliyle de çok sert bir tokat patlatır, yüzünüzü pancara çevirirdi. Dersin son dakikalarında Sedat ve Selçuk adlı iki arkadaşımın durmadan kâğıtlarla bir şeyler yazışıp, bir şey konuştuklarını fark ettim. Neredeyse ders boyunca iki yüz defa birbirlerine kâğıt fırlatmışlardı. Merak ettim ve elimle "Ne konuşuyorsunuz?" anlamına gelen işareti yaptım. Sedat kâğıda bir şey yazıp bana attı. Ve ders boyunca onları fark etmeyen Şahabettin Hoca tam kâğıt bana geldiğinde fark etti. Beni yanına çağırdı ve sesli bir biçimde okumaya başladı. Kâğıdı henüz açıp okumaya fırsatım olmadığı için ne yazdığını ben bile bilmiyordum, ben de tüm sınıf gibi Şahabbetin Hoca'dan duyacaktım kâğıtta yazılanları ve hoca okumaya başladı:
- Sedat oğlum okul çıkışı maç için top yok lan!
- Kimden bulsak ki acaba?
- Koca kafa getirsin oğlum yine. Onda bir sürü futbol topu var.
Adeta yerin dibine geçmiştim. Bu lâkabı sadece erkek arkadaşlarım bildiği için onlar güldü, kızlar ise anlam veremedi. O anda Şahabettin Hoca kâğıdın devamını okumayı kesti ve sordu: "Koca kafa kim?"
Sınıfta bir ölüm sessizliği hakimdi. Ve hoca sinirli bir tonda bağırarak soruyu tekrarladı:
"Koca kafa kim!?"
Kaçışımın olmadığını anlamıştım ve bir Kara Murat edasıyla "Benim Hocam!" dedim. Artık kızlar da benim lâkabımı biliyor ve deli gibi gülüyorlardı. Hoca Sedat'ı ve Selçuk'u da tahtaya çağırdı ve üçümüze meşhur tokadını attı. Resmen birer pancardık artık. Göz ucuyla Nuriye'ye baktım, hâlâ gülüyordu.
Neyse, ders zili çaldı. Nuriye gitti ben de eve gittim. Evden en güzel futbol topumu aldım, okul bahçesine gittim. Üç gol attım ve eve gelip anneme her zaman ki gibi sordum:
"Anne yemek var mı?", "Tarhana çorbası var koyam mı?", "He ana, guy!".
Biz yemekteyken şehirli kızın akrabaları olan komşumuz bize geldi. Onlara kulak misafiri oldum ve kızın nişanlı olduğunu, yakın bir zamanda evleneceğini duydum. Belli ki kız bana güven vermenin ötesinde evlenmeden önce son bir macera yaşamak istemiş ve bunun içinde beni seçmişti. Çok durmadım bu konunun üzerinde, çorbamı yedim ve odama çekildim, kasetlerimi dinledim, yazı yazdım. O anda telefonuma bir mesaj geldi. Şehirli kızdı bu:
" Nasılsın, bana verdiğin sözü tutuyor musun bakalım :) "
İçimden "Has.ktir!" deyip telefonu yatağıma fırlattım, yazımı yazmayı sürdürdüm, kızı da bir daha aramadım, sormadım. Nuriye ile de doktorun oğlu çıkmaya başladı zaten.
25 Haziran 2012 Pazartesi
Ha Bu Uşağa Kim Vurdu Laaa?
Dersten yeni çıkmıştık ve okulun çıkışına doğru ilerliyorduk. Kapıdan
çıkıp sağdaki demirlerin üstüne oturduk. Ahmet ile dağılan okulu izleyip
millete bok atıyor ve bunla tatmin oluyorduk. İki bin kişilik bir
okulda okuduğumuz için hemen hemen her gün kavga çıkıyordu.
Merdivenlerden geçerken omuz atmalar, kız yüzünden çıkan kavgalar çok
meşhurdu. Biz artık sağa sola sallamaktan bıkarken bir bağırma sesi
duydum. Okulun çıkışına baktım. 26-27 yaşlarında beyaz atletli yumurta
topuk ayakkabı giyen, üstü başı kir pas içinde bir adam gördüm. Çıkış
kapısının önünde durmuş üstüne gelen kalabalığa doğru ’’Ha bu uşağa kim
vurdu laaaaaa?’’ diye bağırıyordu. Her bağırmasında da yanındaki yüzü
gözü dayaktan şişmiş olan çocuğa bir şamar atıyordu. Okuldan çıkan
öğrenciler bu adamla karşılaşınca mala bağlıyor, sessizce etraflarına
bakıyorlardı. Çocuk elini kaldırıp tam birini gösterecekken adam tekrar
bağırıp çocuğa şamar atıyordu. Çocuğun yüzü gözü daha beter olmuştu bir
yandan da ağlıyordu. Durum çok ilginçti ve gülmeye başlamıştık. Daha
sonra ortalık karışmıştı ama olayın sonunu da tam hatırlamıyordum.
Adamın şiveli şekilde bağırıp cevabını dinlemeden çocuğa vurması aklıma
her geldiğinde gülerdim.
5 yıl geçti aradan bir yıl başı gecesiydi. Ahmet, Ankara’ya gelmişti. Bir bardan çıktık saat 4 civarındaydı. Eve geçiyorduk. Yollar karla kaplıydı. İkimiz de inanılmaz derecede sarhoştuk. Ahmet yürürken aniden durdu. Karşısındaki eski model arka kapısı hafif vuruk olan bir arabaya bakıp ‘’ha bu arabaya kim vurdu laaa’’dedi. Sonra daha güçlü sesle apartmanlara doğru bakıp aynı şekilde bağırdı. Ben de yanına geçip apartmanlara doğru aynı şekilde bağırdım. Bir kaç ışık yanmaya başladı hatta kimileri camlara çıkıyordu. Alkolünde verdiği etkiyle bir yandan da deli gibi gülüyorduk. Camdaki insanların o dumura uğramış suratları beni lise yıllarıma döndürmüştü. Çok mutluydum ve çok önemli bir şey fark etmiştim. 50 kişi cama çıkmıştı ancak birisi bile bir şey dememişti. Bu bize cesaret vermişti. Biraz daha yürüyüp bir çocuk parkına yaklaştık. Parkta teneke kutu içinde ateş yakmış, bizim yaşlarımızda birkaç kişi vardı. Temiz çocuklara benziyorlardı. Önlerinden geçerken Ahmet’i montundan çekip onlara gösterdim. Ha bu uşağa hanginiz vurdu laa diye sordum. Ahmet’e de şamar attım. Çocuklar afallamıştı. İçlerinden biri şaşkın bir suratla biz vurmadık aga dedi. Bir yandan da Ahmet’e bakıyordu. Sanki o anda bir özgüven patlaması yaşıyordum. Elemanı duymamazlıktan geldim. Tekrar bağırdım. Ahmet de artık kendini tutamadı gülmeye başladı. Artık çocuklar dumuru üstlerinden atmaya başlamışlardı. O şaşırmış surat ifadeleri yavaş yavaş kayboluyordu. Tam o sırada o lisedeki olayın sonunu düşündüm. O bağıran adama ne olduğunu. Sonra bir anda hatırladım. Oturduğumuz demirlerden bir eleman daha fazla dayanamayıp adama koşarak kafa atmıştı. Adam okul kapısının önüne, kalabalığın içine düşmüştü. Biraz önce adamdan çekinen, sessiz kalan herkes yerdeyken ona vurmuştu. Eli yüzü kanlar içinde kalmıştı. Polis gelince de olay öyle kapanmıştı. Sağıma soluma baktım etrafımız bir anda kalabalıklaşmıştı. İnsanlar sinsi bir sessizlikle bizi izliyorlardı. Bazıları yaklaşmaya bile başlamıştı. Ahmet’i yakasından çektiğim gibi önüme aldım ve herkesten özür dileyerek koşar adımlarla uzaklaşmaya başladık.
Not: Son bölümdeki koşarak kafa atma eylemi kesinlilkle hayal ürünü değildir.
5 yıl geçti aradan bir yıl başı gecesiydi. Ahmet, Ankara’ya gelmişti. Bir bardan çıktık saat 4 civarındaydı. Eve geçiyorduk. Yollar karla kaplıydı. İkimiz de inanılmaz derecede sarhoştuk. Ahmet yürürken aniden durdu. Karşısındaki eski model arka kapısı hafif vuruk olan bir arabaya bakıp ‘’ha bu arabaya kim vurdu laaa’’dedi. Sonra daha güçlü sesle apartmanlara doğru bakıp aynı şekilde bağırdı. Ben de yanına geçip apartmanlara doğru aynı şekilde bağırdım. Bir kaç ışık yanmaya başladı hatta kimileri camlara çıkıyordu. Alkolünde verdiği etkiyle bir yandan da deli gibi gülüyorduk. Camdaki insanların o dumura uğramış suratları beni lise yıllarıma döndürmüştü. Çok mutluydum ve çok önemli bir şey fark etmiştim. 50 kişi cama çıkmıştı ancak birisi bile bir şey dememişti. Bu bize cesaret vermişti. Biraz daha yürüyüp bir çocuk parkına yaklaştık. Parkta teneke kutu içinde ateş yakmış, bizim yaşlarımızda birkaç kişi vardı. Temiz çocuklara benziyorlardı. Önlerinden geçerken Ahmet’i montundan çekip onlara gösterdim. Ha bu uşağa hanginiz vurdu laa diye sordum. Ahmet’e de şamar attım. Çocuklar afallamıştı. İçlerinden biri şaşkın bir suratla biz vurmadık aga dedi. Bir yandan da Ahmet’e bakıyordu. Sanki o anda bir özgüven patlaması yaşıyordum. Elemanı duymamazlıktan geldim. Tekrar bağırdım. Ahmet de artık kendini tutamadı gülmeye başladı. Artık çocuklar dumuru üstlerinden atmaya başlamışlardı. O şaşırmış surat ifadeleri yavaş yavaş kayboluyordu. Tam o sırada o lisedeki olayın sonunu düşündüm. O bağıran adama ne olduğunu. Sonra bir anda hatırladım. Oturduğumuz demirlerden bir eleman daha fazla dayanamayıp adama koşarak kafa atmıştı. Adam okul kapısının önüne, kalabalığın içine düşmüştü. Biraz önce adamdan çekinen, sessiz kalan herkes yerdeyken ona vurmuştu. Eli yüzü kanlar içinde kalmıştı. Polis gelince de olay öyle kapanmıştı. Sağıma soluma baktım etrafımız bir anda kalabalıklaşmıştı. İnsanlar sinsi bir sessizlikle bizi izliyorlardı. Bazıları yaklaşmaya bile başlamıştı. Ahmet’i yakasından çektiğim gibi önüme aldım ve herkesten özür dileyerek koşar adımlarla uzaklaşmaya başladık.
Not: Son bölümdeki koşarak kafa atma eylemi kesinlilkle hayal ürünü değildir.
14 Haziran 2012 Perşembe
Türkler Düğünde
Teoride evlilik kolay olarak algılanabilir.İki insan birbirlerini
severler veya sevmezler orası bizi ilgilendirmez ,evlenmeye karar
verirler ve evlenirler.Ancak pratikte daha doğrusu bizim ülkemizde bu iş
göründüğü kadar kolay değildir.Evliliğe karar verildikten sonra
sırasıyla izlenmesi gereken basamaklar şu şekilde sıralanabilir: Kız
isteme faslı,yüzük takılması,nişan merasimi,kına gecesi,bekarlığa veda
partisi…Liste böyle uzayıp gider.Bu etaplar atlatıldıktan sonra gelinir
düğün yapma faslına.Sanmayın ki diğer aşamalar atlatıldı da hemen düğün
yapıyoruz.Öyle kolay iş yok, daha gelinlik-damatlık,şeker-davetiye,
düğün salonu-düğün sanatçısı şeklinde kombinasyonlarda seçimler
yapılacaktır. Saatlerce kıyafet provaları, mevsime göre düğünün kır
düğünü mü yoksa salon düğünü mü olacağına, şekerlere,davetiyelere karar
verme fasılları uzar da uzar. Davetli listesi bi türlü herkesin
beğeneceği biçimde hazırlanamaz. Eğer şanslıysanız ve bu etaplardan sağ
olarak çıkarsanız artık düğün yapabilirsiniz.Hayatınızda unutulamayacak
bir gece olarak yerini alacaktır elbet düğününüz ama sanmayın ki çok
eğleneceksiniz.Düğünlerde eğlenemeyen yegane kişilerdir gelin ve
damatlar.Bi kere en erken siz gelirsiniz salona ve takı takıp kaçma gibi
bi lüksünüz yoktur,düğün bitene kadar salonda bulunmak zorundasınız.Bi
köşeye oturup gelenin gidenin tebriklerini kabul edersiniz. İstemeye
istemeye de olsa işgüzar düğün şarkıcısı yüzünden ilk dansı mutlaka siz
yapmak zorundasınızdır. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi düğüne gelenler
de bu organizasyon zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymaz.Siz
ilk dansı yaptıktan sonra oturur, karanlık bi salonda bangır bangır bi
müzik eşliğinde dans eden ve üstüne de bundan zevk alan bi grup atlar
piste,başlarlar halay çekmeye. Başlarda iyi gider düğün halayı,herkes
senkronizedir,iş ciddiye alınır ,kimse halayın ahengini bozacak bir
davranış yapmaya yeltenemez bile.Zamanla kopmalar yaşanır halayda;sona
3-4 kişi kalmıştır ve bu 3-4 kişilik grup alkolün de etkisiyle uzun bir
müddet daha halaya devam ederler ta ki eş dost,akraba tarafından yaka
paça yerlerine oturtuluncaya kadar.Gecenin ilerleyen saatlerinde alınan
promil adam boyunu geçmiştir, ve kopma anlarından birinde
gelinin/damadın amcası,dayısı,eniştesi atlar piste kafasında rakı
bardağıyla ve başlar göbek atmaya. Dikkat edin,sahneye fırlayan bu
ekibin elemanlar genellikle günlük hayatta birbirlerinden hiç de haz
etmeyen kişilerdir.Bu durum ilerde pek çok düğün kasetinin evin
babasının baskıları üzerine imha edilmesine yol açacaktır. En son olarak
benim “Şov Amca” dediğim yaşını başını almış kişi çıkar sahneye.
Yanlarına asla eş kabul etmez bu şov amcalar, halayı da tek çeker horonu
da tek teper.Zaman içinde anlattığım ekipler sahneden çıkıp inerken,
sahnenin müdavimler çocuklar asla inmemiştir pistten. “Kavga bizim
işimiz” sloganıyla yola çıkan, düğün başlar başlamaz organize bir
biçimde hareket eden çocuklar terör örgütü gibidirler.Pistin altını
üstüne getirirler,birbirlerine girerler,oradan oraya koşuştururlar.Ve
cüsselerinden beklenmeyecek desibelde bi ses düzeyine
ulaştıklarında,düğün şarkıcısı düğün sahipleri için kurtarıcı
niteliğinde olan şu anonsu yapar: “Lütfen çocuklarımızı pistten alalım”.
Bu uyarı yapıldıktan sonra ebeveynler çocukları zoraki bi şekilde
pistten alırlar,çocuklar için bi düğünün daha sonuna gelinmiştir.Sonra
düğün pastası gelir, düğün pastası diyince çok şey beklememek lazım
tabi.Bu pastalara güvenip de aç gitmeyin sakın düğünlere.Tamam 8
katlıdır falan ama tırtır yani,ve hiçbir zaman herkese yetecek kadar
pasta yapılamamıştır,mutlaka birileri yiyemez o
pastadan.Özellikle,pastadan bi dilim bile yiyemedim ne takı takcam be,
demesin diye takı törenleri pasta merasiminden önce yapılır. Aslında bu
durumda bi taşla iki kuş vurulur, yani hem pastadan yiyemeyen adamın
takı takmaması riski kaybolur hem de takıyı takık biz artık
kaçalım’cıların önün geçilmiş olunur.Zaten dikkat ettiyseniz bütün tırt
hadiseler takı töreninin öncesine sıkıştırılır ;çünkü takıyı takmadan
gidemezsiniz ve bu tırt hadiselere katlanmak zorunda kalırsınız.Takı
töreninden sonra ise düğünün selameti açısından misafirlerin belli bi
kısmını salonda tutmak gerekir.İşte bu nedenle bütün eğlenceli durumlar
takı töreninden sonra yaşanır.Düğün salonu türkücüsü en güzel oyun
havalarını takı töreninden sonra söyler mesela.Düğün salonunun ve
davetlilerin de meşrebine göre çalgı çengi veya dansöz durumları
olabilir.Ama yine de belli bi kesimi takı töreninden sonra tutamazsınız
salonda.Dikkat edin takı töreninden sonra hemen kaçanlar,kapalı zarf
verir genellikle.”Düğüncülük sektörü”yle ilgili bence asrın buluşudur
kapalı zarflar.Çünkü her zaman bi burma bilezik takamazsınız ve mutlaka
bi burma bilezik takan çıkar.Bu durumda ezilmemek için en iyisi kapalı
zarfları kullanmaktır.İsterseniz 5 YTL koyarsınız zarfa,isterseniz boş
verirsiniz ve çoğu kişi sizin o zarfa büyük bir miktarda para
koyduğunuzu ve bunla övünmek istemediğiniz için zarfa koyduğunuzu bile
düşünecektir.Tabi rezil olmamak için başka yolları deneyenler de çıkar.
“Gelinin amcasını oğlunun sevgilisinin kardeşinden bir çeyrek altın”
Sonra anlaşılıyor ki aslında altın değildir o takılan sadece altın
kaplamadır. Takılan sahte pırlanta yüzük yüzünden saç saça baş başa
girenler ve daha neler neler.Zordur düğün yapmak.Yukarıdaki şekilde
düğün yapanların %80’inin “Nasıl başlarsan öyle gidermiş” ayağına
boşandığı gözlenmiştir.O yüzden bırakın bu takıdır,gelinliktir,pastadır
ayaklarını, böyle yemekli,sade bi kır düğününde anlaşalım.Kır düğünü
candır,saygımız vardır!
12 Haziran 2012 Salı
Cinnet Geçiren Dolmuşçu
Efenim, bir gün Ankara'nın büyük bulvarlarından birinde, yaya olaraktan evime seyirtiyordum.
Araçların geliş yönüne karşı yürürken, bulvarın en sağ şeridinde bir dolmuşla orta şeritte bir dobloyu senkronize biçimde yavaşça ilerlerken gördüm. Tanıdık olduklarını veyahut yol tarif ettiklerini falan düşündüm; ta ki o ana dek...Dolmuşçu gitmiş, hep o yapıştırmalarda gördüğümüz trafik canavarı gelmişti adeta. Tartıştıklarını anladım, zira dolmuşçunun, gözbebekleri ve dudakları büyümüş, direksiyonu iyice kavramış ve ficudu ileriye kaykılmıştı .
Neyse efenim, bu kısım girişti. Gelişme ve sonuç ise daha bi holivut ekşın tadında. Dolmuşçu, anaya söverek gazını alamamış olacak ki önce yavaşladı, sonra doblonun arkasına doğru kırdı direksiyonu. Tabii o sinirle beyninin mesafe tayin kısmı devreden çıktığından olacak, doblonun arkasına geçtiğinde tamponunu sağ şeritte bırakmıştı. Bu onu daha bir sinirlendirmiş olacak ki, gaza yüklenip dobloya arkadan çarptı. Sonra, gazlayıp doblonun soluna geçti ve ölümcül vuruşu yaptı. Dobloya sol arka kısmından çarparak aracı savurdu; doblo sağ tarafa savruldu, yoldan çıktı. Ben mal gibi, adeta hipnotize bir davşan hayvanı gibi olan biteni izlerken, bütün bu ekşın yaklaşık 4-5 metre ötemde, 15 saniye içinde olmuştu. Neyse efenim, sonuç kısmı şöyle: doblo, otobüs durağının 2 metre ilerisinde yoldan çıktı. o sırada duraktakilere çarpmaması cidden faciayı önledi. Aracın sağ arkası, arkası ve sol arka kısmı haşat olmuş, camları kırılmıştı.
Dolmuşçu, 150 metre ilerde yolcuları indirip sır oldu, lakin düşürdüğü tampon ve üstünde cillop gibi parlayan plakadan dolayı pek uzağa gitmiş olabileceğini sanmıyorum. Yolcular, sonsuza dek mutlu yaşadılar, ama o gün verdikleri paranın karşılığı olan hizmeti alamamanın üzüntüsünü hep içlerinde bi yerde duyumsadılar. Ben mi? Gidip "Abi geçmiş olsun." dedim.
Araçların geliş yönüne karşı yürürken, bulvarın en sağ şeridinde bir dolmuşla orta şeritte bir dobloyu senkronize biçimde yavaşça ilerlerken gördüm. Tanıdık olduklarını veyahut yol tarif ettiklerini falan düşündüm; ta ki o ana dek...Dolmuşçu gitmiş, hep o yapıştırmalarda gördüğümüz trafik canavarı gelmişti adeta. Tartıştıklarını anladım, zira dolmuşçunun, gözbebekleri ve dudakları büyümüş, direksiyonu iyice kavramış ve ficudu ileriye kaykılmıştı .
Neyse efenim, bu kısım girişti. Gelişme ve sonuç ise daha bi holivut ekşın tadında. Dolmuşçu, anaya söverek gazını alamamış olacak ki önce yavaşladı, sonra doblonun arkasına doğru kırdı direksiyonu. Tabii o sinirle beyninin mesafe tayin kısmı devreden çıktığından olacak, doblonun arkasına geçtiğinde tamponunu sağ şeritte bırakmıştı. Bu onu daha bir sinirlendirmiş olacak ki, gaza yüklenip dobloya arkadan çarptı. Sonra, gazlayıp doblonun soluna geçti ve ölümcül vuruşu yaptı. Dobloya sol arka kısmından çarparak aracı savurdu; doblo sağ tarafa savruldu, yoldan çıktı. Ben mal gibi, adeta hipnotize bir davşan hayvanı gibi olan biteni izlerken, bütün bu ekşın yaklaşık 4-5 metre ötemde, 15 saniye içinde olmuştu. Neyse efenim, sonuç kısmı şöyle: doblo, otobüs durağının 2 metre ilerisinde yoldan çıktı. o sırada duraktakilere çarpmaması cidden faciayı önledi. Aracın sağ arkası, arkası ve sol arka kısmı haşat olmuş, camları kırılmıştı.
Dolmuşçu, 150 metre ilerde yolcuları indirip sır oldu, lakin düşürdüğü tampon ve üstünde cillop gibi parlayan plakadan dolayı pek uzağa gitmiş olabileceğini sanmıyorum. Yolcular, sonsuza dek mutlu yaşadılar, ama o gün verdikleri paranın karşılığı olan hizmeti alamamanın üzüntüsünü hep içlerinde bi yerde duyumsadılar. Ben mi? Gidip "Abi geçmiş olsun." dedim.
9 Haziran 2012 Cumartesi
Dedeler Yüzünden Sınavdan Atıldım
Sınavda hoca kağıtları ters olarak dağıttı.Sınav kağıdını
herkese vermeden açmayın dedi. Herkese dağıttıktan sonra tamam açın dedi, ben
de sakın açmayın dedeler çıkacak diyince, hocada attı sınıftan beni ve ben o
dersi 3 senedir veremiyorum amk.
8 Haziran 2012 Cuma
Nokiii Kınneyyt Pipıl
Yaşım 12-13...Teknolojik aletler Türkiyede yeni yeni yaygınlaşıyor.
Babam heves etmiş telefon alacak. Telefon özelliklerinden hiç anlamaz. Ailenin tekno işlerine bakan en piç elemanıda benim. Yeni yeni pc dergileri felan alıp okuyor, eniştemin telefonuna zil sesi ayarı yapıyor, 32 ekran lüks filips tv'mizin kumandasının pilini ben değiştiriyor, tv'nin renk ayarlarıyla yanlışlıkla oynayıp "oğlum televizyon bozuldu, gelip baksana" diye beni çağıran çilekeş anama, ergen bıyıklı ağzımla pööfffleyip, atar yapıyorum o dönemler.
Bir gün , babam beni İstanbul - Avcılar ilçesinde bir cep telefoncuya götürür telefon modeli seçeyim diye ona ve olaylar gelişir:
Ben: - Abi biz telefon alacaktık babama.
Telefoncu abi: - Tamam gülüm, istediğiniz bir model var mı?
Sikko ben, Nokia'nın o dönem yeni sloganı olan ve her gün tvlerde dönen "Nokkiiaaaa, connecting peopleee" reklamını yanlış anlayarak, götüm kalkmış bir şekilde, babamın yanında gururla:
- Nokia connecting people almak istiyoruz!
* Satıcının gözler açılır, yüzünde yavşak bir gülümseme belirir: - Gülüm o reklam. Öyle bir telefon yok.
Saygıdeğer babacığım beni korumak için: - Ee ama çocuk görmüş o telefonu reklamda, nokiii kınneyyt pipıl(kendisi tam tamına böyle telafuz eder) modeli varmış!!!
Sikko ben: - Evet ama reklamda gördüm.
* Satıcı double double yemenin vermiş olduğu şaşkınlıkla: - Abi gerçekten öyle bir modelimiz yok. O reklam. İsterseniz şu modelleri göstereyim. Bunlar yeni geldi.
Saygıdeğer babacığım beni korumak için: - Yok kardeşim sağolasın ben oğlumun dediği modelden alacağım.
* Satıcı artık tripple mallaşmıştır. 4 saniyelik gergin bir sessizlikten sonra: - Peki abi.
Çıktık gittik o hafif sinirle. Babamın işi çıktı, bakamadık o gün başka dükkana. İyiki de bakıp, Avcılardaki diğer cep telefonu satıcılarına da ailecek beyin encüklemesi yaşatmamışız.
Ve bir itiraf, nokiii kınneyyt pipıl'ın bir telefon modeli değil de bir slogan olduğunu anca lise hazırlık sınıfında arkadaşımın benle hunharca taşşak geçmesinden sonra durumu açıklamasıyla öğrendim. İngilizce şart.
Babam heves etmiş telefon alacak. Telefon özelliklerinden hiç anlamaz. Ailenin tekno işlerine bakan en piç elemanıda benim. Yeni yeni pc dergileri felan alıp okuyor, eniştemin telefonuna zil sesi ayarı yapıyor, 32 ekran lüks filips tv'mizin kumandasının pilini ben değiştiriyor, tv'nin renk ayarlarıyla yanlışlıkla oynayıp "oğlum televizyon bozuldu, gelip baksana" diye beni çağıran çilekeş anama, ergen bıyıklı ağzımla pööfffleyip, atar yapıyorum o dönemler.
Bir gün , babam beni İstanbul - Avcılar ilçesinde bir cep telefoncuya götürür telefon modeli seçeyim diye ona ve olaylar gelişir:
Ben: - Abi biz telefon alacaktık babama.
Telefoncu abi: - Tamam gülüm, istediğiniz bir model var mı?
Sikko ben, Nokia'nın o dönem yeni sloganı olan ve her gün tvlerde dönen "Nokkiiaaaa, connecting peopleee" reklamını yanlış anlayarak, götüm kalkmış bir şekilde, babamın yanında gururla:
- Nokia connecting people almak istiyoruz!
* Satıcının gözler açılır, yüzünde yavşak bir gülümseme belirir: - Gülüm o reklam. Öyle bir telefon yok.
Saygıdeğer babacığım beni korumak için: - Ee ama çocuk görmüş o telefonu reklamda, nokiii kınneyyt pipıl(kendisi tam tamına böyle telafuz eder) modeli varmış!!!
Sikko ben: - Evet ama reklamda gördüm.
* Satıcı double double yemenin vermiş olduğu şaşkınlıkla: - Abi gerçekten öyle bir modelimiz yok. O reklam. İsterseniz şu modelleri göstereyim. Bunlar yeni geldi.
Saygıdeğer babacığım beni korumak için: - Yok kardeşim sağolasın ben oğlumun dediği modelden alacağım.
* Satıcı artık tripple mallaşmıştır. 4 saniyelik gergin bir sessizlikten sonra: - Peki abi.
Çıktık gittik o hafif sinirle. Babamın işi çıktı, bakamadık o gün başka dükkana. İyiki de bakıp, Avcılardaki diğer cep telefonu satıcılarına da ailecek beyin encüklemesi yaşatmamışız.
Ve bir itiraf, nokiii kınneyyt pipıl'ın bir telefon modeli değil de bir slogan olduğunu anca lise hazırlık sınıfında arkadaşımın benle hunharca taşşak geçmesinden sonra durumu açıklamasıyla öğrendim. İngilizce şart.
7 Haziran 2012 Perşembe
80'ler ve 90'ların Unutulamayan Abur Cuburları
bakıldığında insanı bunalıma sürükleyen kadın erkek
farketmeksizin hüzünlendiren hatta ağlatan yiyeceklerdir. Ne kadar büyüsek de o
günkü mutlulukları özlediğini hissediyor insan.sırayla örnek vermek gerekecek
olursa
http://imgim.com/altncuku.jpg
http://imgim.com/bumbo.jpg
http://imgim.com/bigbabol.jpg
http://imgim.com/hobbybig.jpg
http://imgim.com/minoar.jpg
http://imgim.com/minti11.jpg
http://imgim.com/tropi.jpg
http://imgim.com/patsito.jpg
http://imgim.com/tombi.jpg
http://imgim.com/buzparmak.jpg
http://imgim.com/doping.jpg
http://imgim.com/img7155695gofy.jpg
http://imgim.com/img8242463pez.jpg
http://imgim.com/tpcuku.png
http://imgim.com/cokomel.jpg
http://imgim.com/chewingum.jpg
http://imgim.com/altncuku.jpg
http://imgim.com/bumbo.jpg
http://imgim.com/bigbabol.jpg
http://imgim.com/hobbybig.jpg
http://imgim.com/minoar.jpg
http://imgim.com/minti11.jpg
http://imgim.com/tropi.jpg
http://imgim.com/patsito.jpg
http://imgim.com/tombi.jpg
http://imgim.com/buzparmak.jpg
http://imgim.com/doping.jpg
http://imgim.com/img7155695gofy.jpg
http://imgim.com/img8242463pez.jpg
http://imgim.com/tpcuku.png
http://imgim.com/cokomel.jpg
http://imgim.com/chewingum.jpg
BİM'de Eski Sevgiliyle Karşılaşmak
Eski sevgiliyle Bim'de karşılaşmak deneyimlerime göre pek fazla samimi
olunmayan bir kişiyle yanyana yürümek zorunda kalmaktan sonra en fazla
gerginlik yaratan hadisedir. zordur bir zamanlar sevdiğiniz kişinin
blume tuvalet kağıdı aldığını görmek, çok zordur onun le cola içtiğine
şahıt olmak, çok zordur...
"hayatın nereye doğru yol aldığını kestiremiyoruz. aslında insan gözü kapalı yaşıyor bence. nereye gittiğini bilmeden öylece savruluyor. bazen açıyor gözünü, bir bakıyor aşık olmuş. sonra yine kapıyor açtığında bakıyor terkedilmiş veya terketmiş. sonra yine kapıyor, açtığında görüyor ki yaşlanmış. şuursuzca geçiyor yıllar. kırışan bir yüz. ben miyim diye bakıyorsun aynaya. evet evet benim galiba".
Romanım aslında harika gidiyordu. baş karakterim Filip bu düşünceleri aslında kendi kendine söylüyor gibi gözükse de topluma çok saf bir şekilde yaşıyorsunuz mesajı veriyordu. Mükemmel metaforlarla okuyucuyu kendinden geçirtecektim. Daha ilk günden romanı yarılamıştım, hızlı yazıyordum. Aslında bu gazla bitirirdim akşam ezanına kadar ama bir de baktım ki bana güç veren iki dostum da bitmiş. Patito ve Le Porta.
Patito yerken kendimi muazzam bir hayal havuzunda buluyorum nedense. Bana güç veriyor ve kuruyan bogazımı nemlendirmek için içtiğim le porta sayesinde de daha bir coşuyorum ama işte filipin de dediği gibi hayat hiç de istediğimiz gibi gitmiyor.
Son Patito'yu da attım ağzıma ve Bim'e doğru yola çıktım. Zaten iki adım ötesi Bim. Annemin terliklerini giyip çıkayım l*n dedim, kim iki saat şimdi bağcık bağlayacak. Ama olgun bir erkek insanda eğreti duran şeylerin başında anne terliği geliyormuş canlar ben bunu anladım.
Bim her zamanki gibi sakindi. Klima çalışıyor ama soğutmuyordu. Nasıl bir klima l*n bu diyerek incelemeye başladım. Ama görevli beni balici sandı, çünkü ayaklarımda da acayip terlikler altımda çamaşır suyu sıçrayıp da rengi atmış bir pijamayla pek de güzel bir gaspçı havası veriyordum.
"abi bu klima üflemiyor galiba" dedim ama cevap vermedi, işine döndü. Ben de doğruca Patitoların olduğu yere gittim. Aman allahım bu ne güzellik. Bissürü Patito yan yana. Gel de alma. Hemen iki paket aldım. Zaten sudan ucuz. Bir de Le Porta almak lazımdı. Gittim onu da aldım.
Tam arkamı dönüp gidecekken tanıdık bir ses duydum. Pek bir tanıdık. Sanki bir zamanlar kulağıma "aşkım" diye yankılanan bir ses şimdi "süt de alalım, dost süt olsun" diyordu. Bir zamanlar kulağıma "seni seviyorum" diye yankılanan bir ses şimdi "yok muratbey kaşar alalım o daha ucuz" diyordu. Yavaşça arkamı döndüm. Patitolar ve Le Porta elimden yere düştü. Evet, eski sevgilimdi bu.
Bir zamanlar sevdiğim kadındı. Bir zamanlar elele tutuşarak mal gibi gezdiğimiz kadın. Şimdi nişanlısıyla Bim'e gelmiş alışveriş yapıyordu. Bir zamanlar aşık olduğum kadındı bu ve alışveriş arabasında Le Cola, Blume, Dost süt, Dost peynir, Muratbey kaşarları gibi birsürü ürün vardı. Evet bir zamanlar uğruna canımı verebileceğim kadındı bu.
Ben şaşkınlıktan elimdekileri yere düşürünce bunlar birden irkildi ve hemen arkasını döndü. Ben, beni görmesinler diye hızlıca aşağıya eğildim ama lanet olası bim'de raf diye bir şey yok ki. Tansaş olsa arkadaki adam seni göremez ama raf yerine kolilerde ürün sergileyen bim sayesinde saklanamadım.
Peki size sorarım. Siz arkanızı döndüğünüzde, devekuşu gibi saklandığını sanan ama ayağında ufak numara anne terlikleriyle s*çar gibi çömelmiş ve kıç çatalı gözüken bir adam görseniz ne yaparsınız? İşte onlar da öyle yaptılar. Bastılar kahkahayı. Yavaş ve gurur yıkılmışça ayağa kalktım. Le portam mahzunca yerden bana bakıyordu. Ben gibi yıkılmış, öylece yatıyordu.
Gözlerine baktım. Le Portanın değil l*n, eski sevgilimin. Bana baktı, mahzun bir bakış görmek isterdim ama alay ediyordu resmen. Ayaklarıma bakıyordu. Anne terliği giymiş, parmakları ucundan çıkmış bir ayak. Buydum işte. Sen bu adamla bir zamanlar çıkmıştın. Şimdiki sevgilin çok iyi giyinmiş ama bir bak bakayım ona. Bim'de bu şıklık? Sence de biraz samimiyetsiz değil mi? Ben en azından yakışıyorum buraya. İçimden geldiği gibiyim.
Böyle düşündüm ama sonra h*ss*ktir dedim. Adam kapmış kızı, ben de lavuk gibi pijamayla terlikle geziyorum. kim naapsın l*n beni. "nasılsın görüşmeyeli?" dedim. "iyiyim" dedi. "ne güzel" dedim. "hıhı" dedi. Gittikçe gerginleşiyordu ortam. Yeni sevgilisi kıllandı mı acaba diye baktım ama "nasıl olsa bu lavuktan bir zarar gelmez" düşüncesi hasıl olduğundan zerre s*k*nde değildim herifin. Adam en ucuz kangal sucuğu seçmekle meşguldu.
"niye böyle olduk biz?" der gibi baktım. "ne diyorsun?" der gibi baktı bana. "niye böyle olduk diyorum?" der gibi tekrar baktım. "ne diyorsun anlamıyorum" der gibi tekrar baktı bana. "neyse s*kt*r et" der gibi baktım. s*kt*r etti alışverişe devam etti. bir güle güle demeden.
Gözyaşlarımı saklayarak iki poşet patitoyu ve le portamı yerden aldım ve kasaya gittim. Bir de blume peçete aldım yüzlük paket, gözyaşlarımı silmek için. Kasadaki görevli yine baliciymişim gibi baktı bana, "paran var mı" der gibi baktı bana, bana bakmasın artık kimse. al lan paranı der gibi uzattım, para üstü beklemeden çıktım ama sonra hemen geri dönüp şahsiyetsizce aldım paranın üstünü. tam çıkacakken fiş almayı unuttuğum aklıma geldi. dönüp onu da aldım. M*na koyim, bir romantizm de yaşayamadık be.
eve giderken Serkan geldi yavaşça yanıma. tek dostum, yoldaşım, üzgün olduğumu anlayabilen tek insan.
"abi bir şey diycem. pijamanın kıçında delik var, kıçın gözüküyor, baya bir büyük"
o günden beri evdeyim. Bim'e de kapıcıyı yolluyorum.
Yazar:Umut Sarıkaya
"hayatın nereye doğru yol aldığını kestiremiyoruz. aslında insan gözü kapalı yaşıyor bence. nereye gittiğini bilmeden öylece savruluyor. bazen açıyor gözünü, bir bakıyor aşık olmuş. sonra yine kapıyor açtığında bakıyor terkedilmiş veya terketmiş. sonra yine kapıyor, açtığında görüyor ki yaşlanmış. şuursuzca geçiyor yıllar. kırışan bir yüz. ben miyim diye bakıyorsun aynaya. evet evet benim galiba".
Romanım aslında harika gidiyordu. baş karakterim Filip bu düşünceleri aslında kendi kendine söylüyor gibi gözükse de topluma çok saf bir şekilde yaşıyorsunuz mesajı veriyordu. Mükemmel metaforlarla okuyucuyu kendinden geçirtecektim. Daha ilk günden romanı yarılamıştım, hızlı yazıyordum. Aslında bu gazla bitirirdim akşam ezanına kadar ama bir de baktım ki bana güç veren iki dostum da bitmiş. Patito ve Le Porta.
Patito yerken kendimi muazzam bir hayal havuzunda buluyorum nedense. Bana güç veriyor ve kuruyan bogazımı nemlendirmek için içtiğim le porta sayesinde de daha bir coşuyorum ama işte filipin de dediği gibi hayat hiç de istediğimiz gibi gitmiyor.
Son Patito'yu da attım ağzıma ve Bim'e doğru yola çıktım. Zaten iki adım ötesi Bim. Annemin terliklerini giyip çıkayım l*n dedim, kim iki saat şimdi bağcık bağlayacak. Ama olgun bir erkek insanda eğreti duran şeylerin başında anne terliği geliyormuş canlar ben bunu anladım.
Bim her zamanki gibi sakindi. Klima çalışıyor ama soğutmuyordu. Nasıl bir klima l*n bu diyerek incelemeye başladım. Ama görevli beni balici sandı, çünkü ayaklarımda da acayip terlikler altımda çamaşır suyu sıçrayıp da rengi atmış bir pijamayla pek de güzel bir gaspçı havası veriyordum.
"abi bu klima üflemiyor galiba" dedim ama cevap vermedi, işine döndü. Ben de doğruca Patitoların olduğu yere gittim. Aman allahım bu ne güzellik. Bissürü Patito yan yana. Gel de alma. Hemen iki paket aldım. Zaten sudan ucuz. Bir de Le Porta almak lazımdı. Gittim onu da aldım.
Tam arkamı dönüp gidecekken tanıdık bir ses duydum. Pek bir tanıdık. Sanki bir zamanlar kulağıma "aşkım" diye yankılanan bir ses şimdi "süt de alalım, dost süt olsun" diyordu. Bir zamanlar kulağıma "seni seviyorum" diye yankılanan bir ses şimdi "yok muratbey kaşar alalım o daha ucuz" diyordu. Yavaşça arkamı döndüm. Patitolar ve Le Porta elimden yere düştü. Evet, eski sevgilimdi bu.
Bir zamanlar sevdiğim kadındı. Bir zamanlar elele tutuşarak mal gibi gezdiğimiz kadın. Şimdi nişanlısıyla Bim'e gelmiş alışveriş yapıyordu. Bir zamanlar aşık olduğum kadındı bu ve alışveriş arabasında Le Cola, Blume, Dost süt, Dost peynir, Muratbey kaşarları gibi birsürü ürün vardı. Evet bir zamanlar uğruna canımı verebileceğim kadındı bu.
Ben şaşkınlıktan elimdekileri yere düşürünce bunlar birden irkildi ve hemen arkasını döndü. Ben, beni görmesinler diye hızlıca aşağıya eğildim ama lanet olası bim'de raf diye bir şey yok ki. Tansaş olsa arkadaki adam seni göremez ama raf yerine kolilerde ürün sergileyen bim sayesinde saklanamadım.
Peki size sorarım. Siz arkanızı döndüğünüzde, devekuşu gibi saklandığını sanan ama ayağında ufak numara anne terlikleriyle s*çar gibi çömelmiş ve kıç çatalı gözüken bir adam görseniz ne yaparsınız? İşte onlar da öyle yaptılar. Bastılar kahkahayı. Yavaş ve gurur yıkılmışça ayağa kalktım. Le portam mahzunca yerden bana bakıyordu. Ben gibi yıkılmış, öylece yatıyordu.
Gözlerine baktım. Le Portanın değil l*n, eski sevgilimin. Bana baktı, mahzun bir bakış görmek isterdim ama alay ediyordu resmen. Ayaklarıma bakıyordu. Anne terliği giymiş, parmakları ucundan çıkmış bir ayak. Buydum işte. Sen bu adamla bir zamanlar çıkmıştın. Şimdiki sevgilin çok iyi giyinmiş ama bir bak bakayım ona. Bim'de bu şıklık? Sence de biraz samimiyetsiz değil mi? Ben en azından yakışıyorum buraya. İçimden geldiği gibiyim.
Böyle düşündüm ama sonra h*ss*ktir dedim. Adam kapmış kızı, ben de lavuk gibi pijamayla terlikle geziyorum. kim naapsın l*n beni. "nasılsın görüşmeyeli?" dedim. "iyiyim" dedi. "ne güzel" dedim. "hıhı" dedi. Gittikçe gerginleşiyordu ortam. Yeni sevgilisi kıllandı mı acaba diye baktım ama "nasıl olsa bu lavuktan bir zarar gelmez" düşüncesi hasıl olduğundan zerre s*k*nde değildim herifin. Adam en ucuz kangal sucuğu seçmekle meşguldu.
"niye böyle olduk biz?" der gibi baktım. "ne diyorsun?" der gibi baktı bana. "niye böyle olduk diyorum?" der gibi tekrar baktım. "ne diyorsun anlamıyorum" der gibi tekrar baktı bana. "neyse s*kt*r et" der gibi baktım. s*kt*r etti alışverişe devam etti. bir güle güle demeden.
Gözyaşlarımı saklayarak iki poşet patitoyu ve le portamı yerden aldım ve kasaya gittim. Bir de blume peçete aldım yüzlük paket, gözyaşlarımı silmek için. Kasadaki görevli yine baliciymişim gibi baktı bana, "paran var mı" der gibi baktı bana, bana bakmasın artık kimse. al lan paranı der gibi uzattım, para üstü beklemeden çıktım ama sonra hemen geri dönüp şahsiyetsizce aldım paranın üstünü. tam çıkacakken fiş almayı unuttuğum aklıma geldi. dönüp onu da aldım. M*na koyim, bir romantizm de yaşayamadık be.
eve giderken Serkan geldi yavaşça yanıma. tek dostum, yoldaşım, üzgün olduğumu anlayabilen tek insan.
"abi bir şey diycem. pijamanın kıçında delik var, kıçın gözüküyor, baya bir büyük"
o günden beri evdeyim. Bim'e de kapıcıyı yolluyorum.
Yazar:Umut Sarıkaya
McDonalds'ta Yaptığım Tarihi Espri
satıcı kız: ketçap mayonez olsun mu?
ben: yok ketcap ketçap olarak kalsın.
liseli ergenler: zulelelelelelele.
ben: yok ketcap ketçap olarak kalsın.
liseli ergenler: zulelelelelelele.
Çüşş Ohaa Diyeceğin Enteresan Bir Hikaye
1930'ların ortalarında albay harland d. sanders, abd kentucky'de
tennesse sınırında yaklaşık 25 mil uzaktaki bir kasaba olan corbin'de
bir motel ve café satın aldı. o sıralarda kırklı yaşlarda olan harland
sanders, restoran işine girmeden önce birçok iş alanında çalışmıştı.
(demiryolu işinden oho nehri'ni geçen buharlı bir feribotu çalıştırmaya
kadar.)
albay sanders yemek yapmayı seviyordu ve her zaman değişik tat kombinasyonları deniyordu. tavuğu kızartmak üzere unlamak için 10 adet bitki ve ve baharatı unla karıştırma yolunu bulduğunda, ünü yayıldı. daha sonra bir pazar günü bazı turistler için tavuk hazırlarken, karışımına on birinci malzemeyi kattı. albay'ın söylediği gibi, "bulduğum o 11. maddeyle o güne kadar yediğim en lezzetli tavuğu elde ettim."
ünü yayıldı, ancak uluslararası bir otoban yapımı ve 1950'lerin ekonomik durumu albay'ın sadece vergileri ödemek için gereken parayı alarak corbin'deki işini satmasına neden oldu. böylece albay 66 yaşında özel lezzet veren karışımı ve unu ile eski basınçlı kızartıcısıyla yola koyuldu ve bütün birleşik devletler'de restoran sahiplerine kendi pişirme yöntemlerini ve paketlenmiş baharatlarını satmaya başladı.
albay eşsiz tavuğunun nasıl hazırlandığını restoran sahiplerine öğretmek için küçük bağımsız restoranlarını ziyaret etti. kızartma işi tamamlandıktan albay restoranların yemek salonlarına gidiyor ve "albaylaştırma" dediği şeyi yapıyordu: müşterilerin aldıkları tavuktan ve servisten memnun olmalarını sağlamak. albay kendi kavramını, franchiselik ile satılan her tavuk için telif hakkı olarak beş cente sattı ve anlaşmaların çoğu sadece bir el sıkmayla yapıldı.
sonunda işler albay'ın baş edebileceğinden daha fazla gelişti ve böylece albay da kendisine ait kavramı kentucky fried chicken corporation'ı oluşturan bir gruba sattı. albay kfc'nin iyi niyet elçisi olarak kaldı.
albay harland d. sanders zatürreden aralık 1980'de öldüğünde 90 yaşındaydı.
albay sanders yemek yapmayı seviyordu ve her zaman değişik tat kombinasyonları deniyordu. tavuğu kızartmak üzere unlamak için 10 adet bitki ve ve baharatı unla karıştırma yolunu bulduğunda, ünü yayıldı. daha sonra bir pazar günü bazı turistler için tavuk hazırlarken, karışımına on birinci malzemeyi kattı. albay'ın söylediği gibi, "bulduğum o 11. maddeyle o güne kadar yediğim en lezzetli tavuğu elde ettim."
ünü yayıldı, ancak uluslararası bir otoban yapımı ve 1950'lerin ekonomik durumu albay'ın sadece vergileri ödemek için gereken parayı alarak corbin'deki işini satmasına neden oldu. böylece albay 66 yaşında özel lezzet veren karışımı ve unu ile eski basınçlı kızartıcısıyla yola koyuldu ve bütün birleşik devletler'de restoran sahiplerine kendi pişirme yöntemlerini ve paketlenmiş baharatlarını satmaya başladı.
albay eşsiz tavuğunun nasıl hazırlandığını restoran sahiplerine öğretmek için küçük bağımsız restoranlarını ziyaret etti. kızartma işi tamamlandıktan albay restoranların yemek salonlarına gidiyor ve "albaylaştırma" dediği şeyi yapıyordu: müşterilerin aldıkları tavuktan ve servisten memnun olmalarını sağlamak. albay kendi kavramını, franchiselik ile satılan her tavuk için telif hakkı olarak beş cente sattı ve anlaşmaların çoğu sadece bir el sıkmayla yapıldı.
sonunda işler albay'ın baş edebileceğinden daha fazla gelişti ve böylece albay da kendisine ait kavramı kentucky fried chicken corporation'ı oluşturan bir gruba sattı. albay kfc'nin iyi niyet elçisi olarak kaldı.
albay harland d. sanders zatürreden aralık 1980'de öldüğünde 90 yaşındaydı.
Marka Marka Hikaye
ALFA ROMEO
Alfa Romeo amblem tasarımı, Italyanın Milano şehri ile ülkenin soylu ailesi Visconti etrafına dönüyor... Kırmızı haç soyluluğu, beyaz zemin halkı ve köylüleri simgeliyor. Taç giymiş engerek yılanı ise soylu Viscoti ailesinin armasından alındı.
AUDI
Dört halka. Amblemdeki dört yüzük araba birliği için bir araya gelip ittifak kuran dört firmayı simgeliyor. Audi ismi, firmanın eski yöneticilerinden olan mühendis August Horch tarafından verildi... Markaya kendi ismini vermeyen Horch, Latincedeki karşlığı olan Audiyi buldu.
BMW
Bavyera renkleri. 1916 yılında Münihte kurulan BMW (Bayerische Motoren Werke)nin amblemindeki mavi beyaz renkler, Almanyanın Bavyera eyaletinden geliyor. 1929 yılından bu yana uçak ve motoru üreten BMW, amblemdede üretime uygun lastik içinde dönen pervane figürüne yer veriyor... daha sonra araba üretimine başlayan BMW arabalarındada aynı amblemi kullanmayı tercih etti.
CHRYSLER
Yeni arabalara eski tasarım. Firmanın kurucu ve sahibi Walter Chryslerin isteği üzerine, 1998 yılından sonra üretilen Chrysler modellerine 20li yıllardaki eski amblem takılmaya başlandı.amblemdeki daireler lastiği, şimşekler ise hızı simgeliyor.
CITROEN
Açılı sembol. Fransızların çift açılı çavuş amblemi, daha önce başka bir Citroen ürünü olan dili çarklarda kullanılıyordu... 1919 yılında araba yapımına başlayan Fransızlar, ürettikleri ilk arabalarında da çift açılı amblemi kullanmayı uygun buldular.
FERRARI
Hediyelik beygir. Italyan kontesin 1923 yılında firma kurucusu Enzo Ferrariye hediye ettiği at maskot, Ferrarinin amblemini teşkil etti. Amblemdeki ana renkler sarı ile kırmızı, firma sahibinin yaşadığı komşu şehir Modenayı ve yarışa olan sevgiyi simgeliyor.
FIAT
Özüne dönüş. Fabrica Italiana Automobili Torino. Gerçek ismi uzun olduğu için firma sahibi kısaltmayla firmanın marka amblemini oluşturdu. basit amblem 60 yıl aradan sonra 1990 yılında defne ağacı çevreli daire içine yerleştirildi. Amblem firmanın uzun geçmişini ve spor alanındaki başarılarını simgeliyor.
FORD
Modern ve süslü. Mavi plaka üzerine süslü püslü harflerle yazılı Ford, nostaljik bir geçmişi anımsatıyor. 1903 yılından bu yana kullanılan Ford ambleminde, geçici bir süre için Köln Katedralinin silüeti yer almış.
JAGUAR
Hızlı kedi. Araba ve kedi. Güç ve zariflik. Jaguar, arabalarındaki zıplayan kedi figürünü, meydana gelebilecek kazalarda, yayaların yaralanma riskini azaltmak içn değiştirdi. Firma, ürettiği yeni modellerine jaguar yerine, jaguar resimli bir plaket monte ediyor.
MAZDA
Mahkeme kararıyla yeni amblem. Renaulta büyük benzerliği nedeniyle, açılan davayı kaybeden Japon araba üreticisi Mazda, yeni bir amblem oluşturmak zorunda kaldı. Mazda, kanatlarını açmış bir kartal figürünü amblem olarak kullanıyor.
MERCEDES BENZ
Hırsızların en çok rağbet gösterdiği bir figür. Dünyada en çok tanınan markalar arasında yerini alan Mercedesi, üç ayaklı yıldız figürü, markanın kara, hava ve suda ki gücünü tanımlıyor. Mercedes ambleminin mucidi Daimler. Mercedes amblemi, dünyada en çok tanınan marka olmanın yanı sıra en çok çalınan figür olarakta ilk sırayı alıyor.
MICHELIN
Edouard Michelin 1984te bir fuarda üst üste yığılmış otomobil lastiklerini görünce "kolları da olsa adama benzeyecek" demiş. Reklamcısına lastiklerden yapılmış bir adam çizimi siparişi vermiş. Bibendum adı verilen lastik adam böyle doğmuş.
MITSUBISHI
Samurai erdemi. Üç kanatlı baklava şeklindeki amblemde, Samurai armasından esinlenilmiş. Firmayı kuran iki Japon aile, tercih ettikleri amblemin sorumluluk bilincini, centilmenliği ve cemiyetler arası uyumu simgelediğine işaret ediyor.
NISSAN
Güneş ve dürüstlük. Markanın, daire içine yazılmış ismi, güneşin doğuşu ile Japon bayrağındaki beyaz zemin içindeki kırmızı noktayı simgeliyor. Amblem, dürüstlüğü ve samimiyeti sembolize ediyor.
OPEL
Opel, önceleri sadece dikiş makinaları üretiyordu... 1899 yılında araba üretmeye başlayan Opel, ambleminde tekerlek içinde şimşeğe yer veriyor. Amblemdeki tekerlek güveni, şimşek ise hızı simgeliyor.
PEUGEOT
Aslanın gücü. Peugeotun asli işi testere ve testere levhaları. Bir aslan gibi "güçlü" sloganıyla satılan bu ürünlerdeki aslan amblemini Fransızlar, daha sonra ürettikleri arabalarda da kullanmaya başladı.
RENAULT
Kübist baklava şekli. Renault baklava şeklinin bulunuşu 30lu yıllara dayanıyor. Amblem klasik ve durgun şekli ile geleceği simgeliyor. 1992 yılında küçük değişiklerle, şu an bütün Renaultlarda kullanılan yeni bir tasarım yapıldı.
SEAT
Ispanyolun Ssi ilham verdi. 90lı yılların başında VW ile birleşmesiyle Ispanyol araba yapımcısı, VW amblemin üstüne prestij, ilericilik ve dinamikliği simgeleyen büyük S harfini yerleştirdi.
SKODA
Çek sembolü. Skodanın daire içindeki kanatlı ok, hayal etmeyi, itina göstermeyi, hız ve ilerlemeyi sembolize ediyor. Firma, kullandığı amblemle, bütün arabaların bu vasıflara sahip olduğunu göstermek istiyor.
SMART
Mercedes-Benz 1998 yılında İsviçre’li teknoloji devi SMHyla otomobil sektöründe yeni bir çığır açtı. Swatch saatleriyle ünlü SMHyla birlikte üretilen otomobile Smart adı verildi: Swatch, Mercedes ve Art (Sanat).
SUBARU
Japon yıldızı. Subarunun amblemi, 6 Japon araba üreticisinin birleşmesi ile ortaya çıktı. Oval içindeki 6 yıldız, bir araya gelen firmaları sembolize ediyor.
SUZUKI
Logosu için yarışma düzenlendi. Suzuki amblemi, 300 güzel sanatlar akademi öğrencisinin katıldığı bir tasarım yarışmasıyla ortaya çıktı. Firma yetkilileri, "Uzlaştırıcı" buldukları büyük "S" harfini, yüzlerce amblem arasından seçti. Amblem, 1961 yılından bu yana Suzuki markasını temsil ediyor.
TOYOTA
Müşterilere sevgiler. Japon firmanınn kurucusu Kirchiro Toyoda, 1937 yılında üçlü elips kombinasyonu ile güçlü markasının amblemini oluşturdu. Elipsler, araba ile müşteri arasındaki sıcaklığı, ekip ruhunu ve modernizasyonu temsil ediyor.
VOLVO
İsveçin savaş tanrıçası Volvo arabalarını, Isveçin çeliğini sembolize eden daire ve ok süslüyor. Amblemin yaratıcısı, demir silahlarla donatılmış savaş tanrısı Merihi simgelediği figürde, aynı zamanda markanın sağlamlığına işaret ediyor.
VOLKSWAGEN
Kim icat etti? VW amblemi Porsche mühendisi Franz Xaver tarafından bulundu. Ekim 1948 yılından bu yana markanın iki harfi Almanyanın Wolfsburg şehrini şereflendiriyor.**Türkçe anlamı "Halk Arabası"dır.**
Alfa Romeo amblem tasarımı, Italyanın Milano şehri ile ülkenin soylu
AUDI
Dört halka. Amblemdeki dört yüzük araba birliği için bir araya gelip ittifak kuran dört firmayı simgeliyor. Audi ismi, firmanın eski yöneticilerinden olan mühendis August Horch tarafından verildi... Markaya kendi ismini vermeyen Horch, Latincedeki karşlığı olan Audiyi buldu.
BMW
Bavyera renkleri. 1916 yılında Münihte kurulan BMW (Bayerische Motoren Werke)nin amblemindeki mavi beyaz renkler, Almanyanın Bavyera eyaletinden geliyor. 1929 yılından bu yana uçak ve motoru üreten BMW, amblemdede üretime uygun lastik içinde dönen pervane figürüne yer veriyor... daha sonra araba üretimine başlayan BMW arabalarındada aynı amblemi kullanmayı tercih etti.
CHRYSLER
Yeni arabalara eski tasarım. Firmanın kurucu ve sahibi Walter Chryslerin isteği üzerine, 1998 yılından sonra üretilen Chrysler modellerine 20li yıllardaki eski amblem takılmaya başlandı.amblemdeki daireler lastiği, şimşekler ise hızı simgeliyor.
CITROEN
Açılı sembol. Fransızların çift açılı çavuş amblemi, daha önce başka bir Citroen ürünü olan dili çarklarda kullanılıyordu... 1919 yılında araba yapımına başlayan Fransızlar, ürettikleri ilk arabalarında da çift açılı amblemi kullanmayı uygun buldular.
FERRARI
Hediyelik beygir. Italyan kontesin 1923 yılında firma kurucusu Enzo Ferrariye hediye ettiği at maskot, Ferrarinin amblemini teşkil etti. Amblemdeki ana renkler sarı ile kırmızı, firma sahibinin yaşadığı komşu şehir Modenayı ve yarışa olan sevgiyi simgeliyor.
FIAT
Özüne dönüş. Fabrica Italiana Automobili Torino. Gerçek ismi uzun olduğu için firma sahibi kısaltmayla firmanın marka amblemini oluşturdu. basit amblem 60 yıl aradan sonra 1990 yılında defne ağacı çevreli daire içine yerleştirildi. Amblem firmanın uzun geçmişini ve spor alanındaki başarılarını simgeliyor.
FORD
Modern ve süslü. Mavi plaka üzerine süslü püslü harflerle yazılı Ford, nostaljik bir geçmişi anımsatıyor. 1903 yılından bu yana kullanılan Ford ambleminde, geçici bir süre için Köln Katedralinin silüeti yer almış.
JAGUAR
Hızlı kedi. Araba ve kedi. Güç ve zariflik. Jaguar, arabalarındaki zıplayan kedi figürünü, meydana gelebilecek kazalarda, yayaların yaralanma riskini azaltmak içn değiştirdi. Firma, ürettiği yeni modellerine jaguar yerine, jaguar resimli bir plaket monte ediyor.
MAZDA
Mahkeme kararıyla yeni amblem. Renaulta büyük benzerliği nedeniyle, açılan davayı kaybeden Japon araba üreticisi Mazda, yeni bir amblem oluşturmak zorunda kaldı. Mazda, kanatlarını açmış bir kartal figürünü amblem olarak kullanıyor.
MERCEDES BENZ
Hırsızların en çok rağbet gösterdiği bir figür. Dünyada en çok tanınan markalar arasında yerini alan Mercedesi, üç ayaklı yıldız figürü, markanın kara, hava ve suda ki gücünü tanımlıyor. Mercedes ambleminin mucidi Daimler. Mercedes amblemi, dünyada en çok tanınan marka olmanın yanı sıra en çok çalınan figür olarakta ilk sırayı alıyor.
MICHELIN
Edouard Michelin 1984te bir fuarda üst üste yığılmış otomobil lastiklerini görünce "kolları da olsa adama benzeyecek" demiş. Reklamcısına lastiklerden yapılmış bir adam çizimi siparişi vermiş. Bibendum adı verilen lastik adam böyle doğmuş.
MITSUBISHI
Samurai erdemi. Üç kanatlı baklava şeklindeki amblemde, Samurai armasından esinlenilmiş. Firmayı kuran iki Japon aile, tercih ettikleri amblemin sorumluluk bilincini, centilmenliği ve cemiyetler arası uyumu simgelediğine işaret ediyor.
NISSAN
Güneş ve dürüstlük. Markanın, daire içine yazılmış ismi, güneşin doğuşu ile Japon bayrağındaki beyaz zemin içindeki kırmızı noktayı simgeliyor. Amblem, dürüstlüğü ve samimiyeti sembolize ediyor.
OPEL
Opel, önceleri sadece dikiş makinaları üretiyordu... 1899 yılında araba üretmeye başlayan Opel, ambleminde tekerlek içinde şimşeğe yer veriyor. Amblemdeki tekerlek güveni, şimşek ise hızı simgeliyor.
PEUGEOT
Aslanın gücü. Peugeotun asli işi testere ve testere levhaları. Bir aslan gibi "güçlü" sloganıyla satılan bu ürünlerdeki aslan amblemini Fransızlar, daha sonra ürettikleri arabalarda da kullanmaya başladı.
RENAULT
Kübist baklava şekli. Renault baklava şeklinin bulunuşu 30lu yıllara dayanıyor. Amblem klasik ve durgun şekli ile geleceği simgeliyor. 1992 yılında küçük değişiklerle, şu an bütün Renaultlarda kullanılan yeni bir tasarım yapıldı.
SEAT
Ispanyolun Ssi ilham verdi. 90lı yılların başında VW ile birleşmesiyle Ispanyol araba yapımcısı, VW amblemin üstüne prestij, ilericilik ve dinamikliği simgeleyen büyük S harfini yerleştirdi.
SKODA
Çek sembolü. Skodanın daire içindeki kanatlı ok, hayal etmeyi, itina göstermeyi, hız ve ilerlemeyi sembolize ediyor. Firma, kullandığı amblemle, bütün arabaların bu vasıflara sahip olduğunu göstermek istiyor.
SMART
Mercedes-Benz 1998 yılında İsviçre’li teknoloji devi SMHyla otomobil sektöründe yeni bir çığır açtı. Swatch saatleriyle ünlü SMHyla birlikte üretilen otomobile Smart adı verildi: Swatch, Mercedes ve Art (Sanat).
SUBARU
Japon yıldızı. Subarunun amblemi, 6 Japon araba üreticisinin birleşmesi ile ortaya çıktı. Oval içindeki 6 yıldız, bir araya gelen firmaları sembolize ediyor.
SUZUKI
Logosu için yarışma düzenlendi. Suzuki amblemi, 300 güzel sanatlar akademi öğrencisinin katıldığı bir tasarım yarışmasıyla ortaya çıktı. Firma yetkilileri, "Uzlaştırıcı" buldukları büyük "S" harfini, yüzlerce amblem arasından seçti. Amblem, 1961 yılından bu yana Suzuki markasını temsil ediyor.
TOYOTA
Müşterilere sevgiler. Japon firmanınn kurucusu Kirchiro Toyoda, 1937 yılında üçlü elips kombinasyonu ile güçlü markasının amblemini oluşturdu. Elipsler, araba ile müşteri arasındaki sıcaklığı, ekip ruhunu ve modernizasyonu temsil ediyor.
VOLVO
İsveçin savaş tanrıçası Volvo arabalarını, Isveçin çeliğini sembolize eden daire ve ok süslüyor. Amblemin yaratıcısı, demir silahlarla donatılmış savaş tanrısı Merihi simgelediği figürde, aynı zamanda markanın sağlamlığına işaret ediyor.
VOLKSWAGEN
Kim icat etti? VW amblemi Porsche mühendisi Franz Xaver tarafından bulundu. Ekim 1948 yılından bu yana markanın iki harfi Almanyanın Wolfsburg şehrini şereflendiriyor.**Türkçe anlamı "Halk Arabası"dır.**
Citroen Ambleminin Oluşumu(Drama İçerir)
Cıtroeni yapan bu kişinin asıl amacı o zamanlar mercedes gibi büyük firmalara kafa tutmakmış. Sırf bunun için yaptıgı arabada çok sıradışı özellikler varmış. Adam öyle bir yapmışki mesela yaptıgı otomobilin 4 tekerleginden herhangi biri çıkarılınca araba diger 3 tekerlek üzerinde çok rahat bir şekilde hareket edip yoluna devam edebiliyormuş.(Gercektende su an kullanılan citroenlerin 3 teker üzerinde bile ilerleyebildigi söyleniyor. Hatta İstanbulda citroeni olan biri herkesin gozu onunde denemiş bunu. Ama ben inanmadım)Neyse ayrıca bu arabanın muciti yaptıgı arabasının maksimum hızdayken bile virajın sertligi ne olursa olsun hiçbir virajda hiçbir şekilde kesinlikle savrulmayacagını idda ediyormuş. Ve öyleki söyledigi o maksimum hızda diger otomobil şirketlerinin arabalarının savrulmaması imkânsızmış.(mercedes bile savruluyormuş). Ardından bu adam soyledigi o maksimum hızda arabasını savuran biri olursa o kişi arabadan sağ çıktıgı takdirde o kişiye bedava araba yapıp verecegini de idda edip herkesin dikkatini çekmeyi başarmış. Bu derece guveniyormuş yaptıgı arabaya. Vel hâsıl kelam epey bir insan denemiş ama savurmayı başaramamış hiçbiri. Sonunda bu adamın oglu denemeye karar vermiş. Oglu da askeriyede çavuşmus. Adamın oglu denemiş ve savurmayı başarmış. Ama sonuçta savrulmanın etkisiyle çok feci şekilde can vermiş. Adam gunlerce uzulmuş aglamış. En sonunda oglunun anısına oglunun askeriyedeki rütbesi neyse artık( çavuş) rütbesinin işaretini bu arabaya logo yapmış . Fransızların çift açılı çavuş amblemi, daha önce başka bir Citroen ürünü olan dili çarklarda kullanılıyordu... 1919 yılında arba yapımına başlayan Fransızlar, ürettikleri ilk arabalarında da çift açılı amblemi kullanmayı uygun buldular .
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)